Bir adam, bir kadın ve bir köpek ekseninde dönen, bazen güldürüp bazen hüzünlendiren hikâyesiyle ‘Jules’, sevgiye, sadakate, fedakârlığa adanmış; birbirimizi ve kendimizi nasıl gördüğümüze dair sevimli bir roman. Fransız yazar Didier van Cauwelaert’den…
1960 yılında Nice’te doğan Belçika asıllı Fransız yazar Didier van Cauwelaert, ‘Un Aller Simple’ romanıyla 1994 yılında Fransa’nın en prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü’nün sahibi olmuştu. 1997 yılındaysa Fransız Akademisi Tiyatro Büyük Ödülü’ne aday gösterildi. Didier van Cauwelaert’in pek çok dile çevrilmiş 20’nin üzerinde eseri var ki bu diller arasına -’Dünyayı Kim Kurtaracak’ isimli romanla- Türkçe de katılmıştı.
Baştan itibaren rastlantılarla dolu bir hikâye anlatmış Didier van Cauwelaert. Yaşaması, Fransız bir çift tarafından evlat edinilmesi, eğitimine ve parlak zekâsına rağmen şimdi Orly Havaalanı’ndaki tezgâhın başında -annesini utandıracak bir kostümle- makaron/kurabiye satıcılığı yapması türlü tesadüf eseri olan Zibal de Frège’nin, kornea nakli ameliyatı için yola çıkmaya hazırlanan Alice Gallien ile karşılaşmasıyla başlıyor hikâye.
“Tezgâhımın üstündeki kredi kartında Alice Gallien yazıyordu. Kanarya sarısı topuklu ayakkabıları, kırmızı mini şortu ve turkuvaz üstüyle siste bile ezilmesi imkânsızdı. Tuttuğu göğüs tasmasının ucunda ona yol gösteren labradoru olmasa, büyük siyah gözlüğü kimliğini gizlemeye çalışan bir yıldızın aksesuvarı zannedilebilirdi. Dağınık topuz yapılmış sarı kızıl saçları, yarı şeffaf ipekli bluzunun altında çıplak göğüsleri ve rujunun dağılmış köşesine uzanmış sevgilisiyle buluşan kız gülümsemesiyle oldukça göze çarpan ve insanda acımadan ziyade arzu uyandıran bir kördü.”
Zibal de hayata sert başlamış doğrusu; Fransa’nın Şam büyükelçiliğinin kapıcısı tarafından çöp bidonunda bulunmuş. Kültür ataşesinin karısı tarafından evlat edinilip Suriye’den çıkarılmış. Talihi dönmüş sanmayın; evet, astrofizik ve biyokimya mühendisliği dallarında çift diploma sahibi olmuş, kendisine milyonlar kazandırabilecek, kirlilik engelleyici bir sistemin mucitliğini de yapmış ama sevgilisi sistemin patentini alıp Zidal’e yol verince hızlı bir iniş yaşamış. Önce ayda 30 bin frank maaşlı Vert-de-Green’in üretim müdürü, sonra sayfası üç euro’dan bilimsel makale çevirmeni, ardından Chantilly şatosunda bahşiş karşılığı çalışan turist rehberi, Ağacıma Dokunma Derneği gönüllüsü ve nihayet havaalanında kurabiye satıcısı… Neyse ki kendisiyle
‘sebepsizce barışık’, biraz da romantik bir adam.
Bu karşılaşma anı ikisini de etkilemiştir. Ancak adres ve telefon numaraları yoktur ellerinde. Şimdi sahneye çıkma sırası Jules’e gelmiştir… Jules iri cüsseli, akıllı, sevimli, çok iyi eğitim almış bir labrador. Yıllardır Alice’in kılavuzluğunu yapıyor. Sahibinin görmeye başlaması en çok onu etkileyecektir. Zira artık onun yardımına ihtiyaç kalmamıştır. Bunalıma giren köpek için en iyi çözümün başka bir köre verilmesi fikrine istemeye istemeye ikna olan Alice, gözlerinin açıldığına neredeyse pişman olmuştur.
Zaten gördüğü şeyler -insanlar, yaşadıkları hayatlar, kendi yaptığı o çok takdir edilen resimler, renkler- de pek iç açıcı değildir…
Adam, kadın ve köpek, üçü de akılları birbirine takılı vaziyette kendi yollarına gider. Lakin yeni sahibinden memnun olmayan Jules bu kaderi kabullenmeyecek, Zidal’i bulmayı başaracaktır. Saygınlığını yitirmiş, istenmeyen bu iki varlık için sıra Alice’i bulmaya gelmiştir…
HAYVANLAR!..
Hayvan sözcüğünün hakaret, aşağılama vb. saiklerle kullanıldığına sıklıkla şahit olmuşsunuzdur. İnsan-hayvan ilişkisindeki hiyerarşinin bilinçaltındaki -aslında tam da bilinçteki- yansımasıdır bu. Dilin ‘DNA’sına kazınmıştır. Oysa cinsi her ne olursa olsun bir hayvanla -hele ki bir kedi ya da köpekle- bir süre birlikte yaşamış, onu sevmiş, onunla dostluk kurmuş birisi için hayvan sözcüğünün ifade ettiği anlam çok farklıdır. Burada hayvan güzellemesi yapmaktan kendimi alıkoymak durumundayım ama içinde kedi-köpek geçen bir roman okuduğumda pozitif ayrımcılık yapmaktan kendimi alamadığımı itiraf etmeliyim. Belki de kendi edebiyatımızda -ve gündelik hayatımızda- hayvanların ihmal edilmesindendir. Elbette istisnalar, başta Yaşar Kemal olmak üzere, börtü böcekler de dahil olmak üzere doğanın tüm canlılarına kucak açan yazarlarımız da var. Ama genel bir ‘eksiklik’ saptaması yapmaya engel olacak sayıda değiller. Suçlamak amacım yok, meseleyi anlayabilmek için bir başka sözcüğü kullanacağım; Türk romanında hayvanları kuşatan kavram sevgisizliktir! Bu sevgisizliktir ki insanı anlatmak varken hayvanlara yer açmayı anlamsızlaştırmıştır.
Şimdi dönüp dünya edebiyatındaki çok sayıda örneğe bakarak Batı’nın hayvanlar konusundaki duyarlılığını örnek gösterdiği sanılmasın. Zira görünenle hakikat arasında uçurum var. Batı’nın hayvansız hayvan sevgisini taklit ederek hayvanlarla ve doğayla barışçı bir sevgi ilişkisi kurulacağına inanmak saflık olur. Batılı ülkelerde bir yandan hayvan hakları bildirileri yayımlanıyor, koruma amaçlı fonlar ayrılıyor, yasal düzenlemeler yapılıyor, sinema ve edebiyat sektöründe hayvan teması sıklıkla işleniyor. Öte yandan kamusal alana yansıtılmadığı sürece hayvanlar üzerinde her türlü deneye izin veren, başıboş hayvanları itlaf eden, avcılığı centilmen sporu olarak endüstrileştiren, kendi ülkesinde yasaklanan hayvan dövüşleri için Asya’ya turlar düzenleyen bir kültür hüküm sürüyor. İnsan merkezli düşünme alışkanlığı -dünyanın her yerinde- diğer canlı türlerine küstah bir aldırmazlıkla hükmetme izni veriyor.
Didier van Cauwelaert hem bu acı gerçekliğin farkındalığı hem de rehber köpeklere duyduğu sevgi ve hayranlıkla kaleme almış ‘Jules’u. Belki de bu nedenle köpeğin yeteneklerini biraz abartmış. Çok satarlık kalıplarının etkisini de elbette unutmuyoruz. Alice ve Zibal de kolay rastlanır türden insanlar sayılmaz. Belli ki okuyucunun ilgisini çekmek, sıcak duygular uyandırmak istemiş Van Cauwelaert. İyi de yapmış. Bu üç çizgi dışı karakteri sürükleyici bir hikâye içinde bir araya getiren romanı başarılı bulduğumu söyleyebilirim.
Güzel kurgulanmış bir roman. Anlatıcı değiştikçe duygusal tonlama da değişiyor. Alice’in söz aldığı bölümlerde görme yetisi kaybının sorunlarına da dokunmuş yazar. Alice’in görme yetisini yeniden kazandıktan sonraki tasvirler hem bir toplumsal eleştiri hem de körlüğün bir trajedi olmadığına yönelik şaşırtıcı bir hatırlatma.
‘Jules’; sevgiye, hayal kırıklığına, yoksunluğa, birbirimizi ve kendimizi nasıl gördüğümüze dair sevimli bir roman.