https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Dokuz yıl önce, savcı yardımcısı Piyotr Sergeyiç ve ben, istasyondan mektupları almak üzere hasat zamanı, akşam üzeri, atla yola çıktık.

Hava harikuladeydi fakat geri dönerken korkunç bir gökgürültüsü ve bize doğru yaklaşan kızgın, simsiyah fırtına bulutları gördük. Bulutlar bize doğru, biz de onlara doğru yaklaşıyorduk.

Bu manzaranın karşısındaysa evimiz ve beyaz gözüken kilise , gümüş gibi parlayan uzun kavaklar vardı. Yol arkadaşımın keyfi yerindeydi, saçmasapan şeyler söyleyip, gülüp duruyordu. Aniden karşımıza  yosun tutmuş kulelerinde baykuşların öttüğü bir ortaçağ şatosu çıksa da, biz de yağmurdan kaçıp oraya sığınsak ve sonunda yıldırım çarparak ölürmüşüz.

Sonra ilk yağmur dalgası çavdar ve meşe tarlalarını kapladı, rüzgar esiyordu, havada tozlar dönüp dönüp duruyordu. Sergeyiç güldü ve atını mahmuzladı.

Harika, çok iyi..diye bağırdı.

Onun neşesi bana da geçti gülmeye başladım, iliklerime kadar ıslanabilirdim ve yıldırım çarpabilirdi…

İnsan kasırgada hızla at koşturur, kendisini kuş gibi hisseder, rüzgardan soluk soluğa kalınca heyecanlanıyor ve kalbi çarpıyor. Avluya yaklaştığımızda rüzgar dindi, yağmur damlaları çatılara ve çimenlere damlıyordu. Ahırın yanında kimse yoktu.

Piyotr Sergeyiç, dizginleri aldı ve atları ahıra bıraktı, ben kapının yanında işi bitene kadar yağmuru seyrederek, onu bekledim, taze samanların hoş kokusu burada tarlalardakinden daha güçlü hissediliyordu, yağmur ve kara bulutlar yüzünden sanki akşam olmuş gibiydi.

Gökyüzünü sanki ortadan ikiye bölermiş gibi patlayan bir gökgürültüsünden sonra, Pyotr,

‘ Amma patladı! Buna ne diyorsun? diye sordu.

Kapının yanında yanımda duruyordu ve hızlı koşu yüzünden hala nefes nefese bana baktı, bana hayran olduğunu görebiliyordum.

Bana “Natalya Vladimirovna, burada birkaç dakika daha kalıp, seni seyretmek için her şeyimi veririm, bugün çok güzelsin.” dedi.

Gözleri hayran hayran ve sevgiyle bana bakıyordu, yüzü solgundu, sakallarında ve bıyığında yağmur damlaları parlıyordu…sanki onlar da bana sevgiyle bakıyorlardı..

– Seni seviyorum, seni seviyorum ve seni gördüğüm için çok mutluyum, biliyorum eşim olamazsın bir şey istemiyorum, sadece seni sevdiğimi biliyorum, bir şey söyleme sus..cevap verme bana farketme istersen, sadece benim için çok önemli olduğunu bil ve bırak seni seyredeyim.

Heyecanı beni de etkilemişti, tutku dolu yüzü yüzüne baktım, yağmurun sesine karışan sesini dinledim, sanki büyülenmiş gibi kımıldamadan durdum.

Sonsuza kadar onun ışıldayan yüzüne bakıp, dinlemeyi istiyordum…

– Hiçbir şey söylemiyorsun, bu harika…sessiz kalmaya devam et.

Mutluydum, neşeyle gülerek, yağmurun altında eve doğru koştum, o da gülüyordu ve sıçrayarak peşimden koşuyordu.. 

Çocuklar gibi, sırılsıklam, bağıra çağıra, heyecanla merdivenleri tırmandık, odaya daldık, babam ve ağabeyim beni bu kadar heyecanlı ve neşeli görmeye alışık değillerdi, şaşırarak halime baktılar ve onlar da gülmeye başladılar.

Kara bulutlar dağılmış, gökgürültüsü azalmıştı, fakat Pyotr Sergeyiç’in sakalında

hala yağmur damlaları parlıyordu, akşam yemeği saatine kadar bütün gün gülerek, ıslık çalarak, köpekle bağıra çağıra oynayarak ve onu odanın bir ucundan diğerine kovalayarak geçirdi az kalsın semaveri getiren uşağı düşürecekti. Bayağı bir yemekyedi, saçmasapan şeyler söyledi, bir insan kışın taze hıyar yerse, ağzı bahar gibi kokar dedi.

Yatmaya gidince, bir mum yaktım, ve pencereyi ardına kadar açtım, tanımlayamadığım bir tutku ruhumu kaplamıştı, özgür ve sağlıklı olduğumu hatırladım, zengin ve asildim, zengin ve asil, seviliyordum, Tanrı’m ne güzel..sonra bahçeden gelen soğuk havayla sıçradım, Pyotr Sergeyiç’i sevip sevmediğimi düşündüm, ve herhangi bir karara varamadan uykuya daldım…

Ertesi sabah, yatağımın üzerine gün ışığı ve ağaç gölgeleri yansıyordu, bir gün önce olanlar hafızamda çok tazeydi…hayat bana zengin, dolu dolu, cazip geliyordu, çabucak giyinip, bahçeye indim.

Ya sonra ne oldu? Hiçbir şey…kışın şehirde otururken, Pyotr Sergeyiç arada sırada bize ziyarete geldi, köydeki ahbaplıklar sadece yazın, köydeyken güzeldi…kış gelip, şehre dönünce ahbaplık da eski cazibesini kaybetmişti…onlara çay koyarken, sanki başka birinin kılığındaydılar, sanki çaylarını daha uzun süre karıştırıyorlardı, şehirdeyken de Pyotr Sergeyiç bazen aşktan söz etti ama etkisi köydeki gibi değildi..şehirdeyken aramızdaki görünmez duvarın daha çok farkına varıyorduk, ben asil ve zengindim, o ise yoksuldu, asil bir beyefendi değildi, sadece rahibin oğluydu ve savcı yardımcısıydı,  her ikimiz de…ben gençkızlığımdan beri o da bellirsiz bir sebepten- aramızda çok yüksek, çok kalın bir duvar olduğunu düşünüyorduk, şehirdeyken aristokrat yaşamı gülümseyerek eleştirirdi, salonda başka birileri varsa susardı, aşılamayacak duvar yoktur ama çağdaş yaşamın aşık kahramanları fazla korkak, tembel, ruhsuz ve aşırı hassaslar ve başarısız olacaklarını düşünüp, hemen pes etmeye hazırlar..özel hayatları onları hayal kırıklığına uğratınca, mücadele etmek yerine sadece eleştiriyorlar, dünyanın kabasaba bir yer olduğunu söylüyorlar ama kendi eleştirilerinin de yavaş yavaş kabalaştığını farketmiyorlar…

Seviliyordum, mutluluk uzağımda değildi, neredeyse bana dokunmak üzereydi, kendimi anlamaya çalışmadan, hayattan ne beklediğimi sorgulamadan, sadece rahatıma bakıyordum zaman geçti, geçti. sevgileriyle insanlar yanımdan geçip gittiler, ışıltılı günler, sıcak geceler, şarkı söyleyen bülbüller, güzel kokulu saman kokuları, tüm bu tatlı, heyecanlı şeyler ve iz bırakmadan geçip gittiler, kayboldular, hepsi neredeler?

Babam ölmüştü, yaşlanmıştım, hoşuma giden, bana umut veren her şey, gökgürültüsü, yağmur damlaları, mutluluk ve aşk hakkındaki sözler..hepsi gitmiş, mazi olmuştu…karşımda boş bir çöl görüyordum, kimse yoktu ve ufuk siyah ve ürkütücüydü…

Kapı çaldı…gelen Pyotr Sergeyeviç…kışın, ağaçlara bakıp, onların yazın ne kadar yeşil olduklarını düşünüp fısıldarım..

– Ah, canlarım…

Ve ilkbaharımı birlikte geçirdiğim kişileri görünce de, üzülürüm, içimi bir sıcaklık kaplar ve yine aynı şeyi fısıldarım..  

Uzun yıllar önce babamın referansıyla, şehre tayin edilmişti, biraz yaşlanmış ve uzaklaşmış gözüküyordu, aşkını ilan etmeye epey oluyor ki son vermişti, saçmasapan konuşmalarını da bırakmıştı, resmi görevini sevmiyordu, yaşama sevgisini kaybetmişti, şöminenin karşısına oturup, sessizce alevlere bakıyordu şimdi..

Ne diyeceğimi bilemiyordum,

Eee, bana ne söyleyeceksin? diye sordum.

Hiçbir şey diye yantıladı.

Ve tekrar sessizlik…alevlerin kızıllığı melankolik yüzüne yansıyordu…

Geçmişi düşündüm, birden omuzlarım titremeye başladı, başım öne düştü ve acı acı ağlamaya başladım, hem kendim hem de bu adam için çok üzülüyordum, eskiyi ve hayatın şimdi bize vermediği şeyleri tutkuyla özlüyordum, ve artık zenginlik ve asalet umurumda değildi.

Alnımı ellerimin arasına alıp, gözyaşlarına boğuldum

Tanrı’m! Tanrı’m! hayatım boşa gitti!…

Oturdu, sessizdi, ve bana ‘ağlama’ demedi, ağlamam gerektiğini, ağlama vaktimin geldiğini biliyordu.

Gözlerinden benim için üzüldüğünü anladım, ben de onun için üzülüyordum, ve bu başarısız, korkak adamın ne benim için, ne kendisi için bir şey yapamamasından dolayı gücenmiştim..

Kapıya doğru gitti, sanırım paltosunu giyereken mahsus epey oyalandı, tek söz etmeden iki kez elimi öptü, ve yaşlı gözlerime uzun uzun baktı, tam o anda o yağmurlu günü, fırtınayı, kahkahalarımızı, o günkü halimi hatırladığını düşündüm, bana bir şey söylemek istiyordu ama söylerse mutlu olacaktı ama hiçbir şey söylemedi, sadece başını eğdi, ve elimi sıktı. Tanrı yardımcısı olsun!

Gittikten sonra, çalışma odasına gittim ve şöminenin önündeki halının üzerine oturdum, kor parçaları küllenmişti ve sönmeye yüz tutmuştu, buz gibi yağmur pencereleri daha kızgın dövüyordu, ve bacadan rüzgar uğulduyordu..

Hizmetçi içeri girdi, uyuduğumu sanıp bana seslendi…

 kaynak:http://shortstorydunyasi.blogcu.com