Masalları, efsaneleri bol şehrin, minicik bir kasabasında annesinin koynunda, babasının kalbinde yaşardı Dilara. Bir gün aniden babası gidiverdi sonsuza .Anne genç, güzel, verimli, evlendirdiler senesine kalmadan, eve geldi öfkesi büyük, sesi gür, eli ağır üvey baba. Önce annesinin türküsü soldu, sonra çocuklarına olan sevgisi. Dokuz yaşındaydı Dilara, bir gece üvey baba geldi odasına “Şiişşt” dedi “Aramızda”, “Sus” dedi “Kimse duymasın” sustu bağıra bağıra kimseler bilmedi, o gece bir perde indi utançtan yüreğine bir daha ne masallara inandı, ne gökyüzünde yıldızları gördü. Yıllar geçti aradan suskunca, uzak şehirlerden deniz kokan bir adam geldi kasabaya çalışmaya . Aşk dedikleri şey bu muydu, sanki cüceler ülkesinde bir devdi. Sardı, sarmaladı Refik Dilara’yı sevdasıyla. Anlatınca kaderini, kederini Dilara, her bir kelime harf, harf vurdu koca devi. Ertesi gün buluştuklarında Refik, çakıl taşı kadar bir billur şişe uzattı, bir de kese avucundan, Dilara’nın avucuna ” Bundan sonra dökeceğin göz yaşların bu şişeyi doldurursa öyle kanayacak ki kalbim , al bu elmas tozunu bas yarama kapanmasın ömrümce. Uzattım sana elimi, gökyüzü ve yeryüzünün yasalarınca benim ol” dedi. Tuttu uzanan eli Dilara koştular dağlara, yollara. Kocaman bir Selvi gördüler uzaktan, kara kışa inat nasıl teslim etmezse yapraklarını doğaya bizi de korur dediler, uyuyakaldılar altında. Bir silah sesiyle uyandı ki Dilara ah vaveyla. Kadim selvi bile direnememişti insanoğlunun zulmüne, gövdesi boyandı Refik’in kanına. Bildi ki Dilara o günden sonra ne yaprak verdi bir daha, ne de bir kuş kondu selvinin dalına.
Sürüklüyerek götürdüler Dilara’yı eve, Refik’i verdiler toprağa. Ninesi anlatmıştı eskiden biri öldüğünde insanlar kendilerini karaya boyarlarmış ölünün ruhu girmesin diye vücutlarına. Aldı kireci bembeyaza boyadı kendisini, bekledi bir olalım diye ruhlarımız birbirinin içinde erisin diye. Gitmişti giden artık ne fayda. Refik bir türkü olmuştu ya da masal, geceleri rüyalarına girip öpecekti acıyan yüreğinden. Sabah toplandılar başına, üvey babanın yüzünde nefret, annede kabullenmişlik, erkek kardeşinde korkuyu görünce anladı verilmişti hükmü, celladıydı kardeşi. İlk önce derin bir acı duydu, bir daha, bir daha sonrası hissizlik.
Gözlerini açtığında akşam olmuştu, çevrede kimse yoktu. Zorlukla ayağa kalkmaya çalıştı, yaralarını yokladı, tuhaf bir şekilde acı hissetmiyordu. Evin kapısına geldi, can havliyle koşmaya başladı, kasabanın sokakları bomboştu. Ardına bakmadan yürüdü saatlerce. Birden karşısına bembeyaz bir köpek çıktı, etrafında dönüyor, eteklerini çekiştirerek takip etmesini istiyordu. Takıldı köpeğin peşine, ağaçların arasında bir ışık gördü, yaklaştıkça aydınlanıyordu ortalık. Köpek mağaranın önünde durdu, Dilara’ya bakarak içeriye girdi. Korkuyla karışık merakla mağaranın kapısına doğru ilerledi. İçeride yedi genç vardı, sanki her biri Refik’in suretindeydi. içeriye girdi. Sıcacıktı mağara ama ateş yoktu, aydınlıktı mağara ama ışık yoktu. Gençlerden biri usulca sokuldu Dilara’ya bir tas çorba uzattı, bir somun ekmek. Doyana kadar yedi Dilara ama ne çorba tükendi ne de ekmek. ” Duymuştum sizi ninemden, sizde kaçmışsınız zulümden, ne kadar huzurlusunuz burada, korkmaz mısınız kötülerden? ” Gençler birer birer ayağa kalktılar, her biri ayrı bir sır verdi, her sırda mağara bir renkle doldu, her bir sır yarasına dokundu Dilara’nın. Ortalık Ebem kuşağına döndüğünde batını ve zahiri tüm yaraları sağalmış, varmıştı Dilara yaşamın, ölümün, iyinin, kötünün esrarına. Yüzünde bilgece bir tebessümle uzandı Kıtmir’in koynuna, rüyaya daldı.
Uyandı gecenin alacasında, uzaklardan gelen davetkar kızıl ışık kamaştırdı gözlerini, yürüdü ışığa, karanlıkta zorla seçilen kedi dolandı ayaklarına, adımları birbirine eş vardılar mağaraya. Önce yakan, sonra ısıtan bir sıcaklık karşıladı Dilara’yı. Merakla bakındı etrafa, duvarda zincirlenmiş yedi erkek vardı, her biri üvey babanın suretinde, vücutları acıyla kıvranmış, dilleri dışarda. Tanıdık olmayan bir kokuyla kaplandı mağara, alevlerin içinden vücudu erkek sıvısına bulanmış gözleri alan güzellikte bir kadın çıktı karşısına. Korkuyla geriledi Dilara “Kimsin sen, bu koku ne?” Kızıl saçlı, kızıl dilli kadının sesi kapladı mağarayı ” Bu koku hiçbir erkeğe ait olmayan kadınların kokusu, ben en büyük fahişe, Adem’in kabusu, tanrının laneti, yasak meyva.” Şaşırdı Dilara ” Peki ya Havva Ana?”. ” Bak etrafına” dedi kadın. ” Razıysan adamın kaburgasından yaratılmaya, her daim altta yatmaya, çaresizce susmaya, tüm erkekler olur üvey baba”. Önce bir nefes sardı Dilara’yı, sonra binlerce yılın acısı, kadınların çığlığı. Dinler, töreler, yasalar, yasaklar kadın sıvılarına karıştı. Salome misali soyundukça yüklerinden, her bir tülde yeniden doğuruldu, doğurdu. Terk edip kadim Havva’yı, Lilith’in alevlerine karıştı.
Sıradan bir günde, sıradan insanlar, sıradanlaştırılan haberleri dinliyorlardı. ” Sayın seyirciler ne yazık ki bir kadın cinayeti daha işlendi, on yedi yaşındaki D.G, kardeşi on beş yaşındaki E.G tarafından yedi yerinden bıçaklanarak vahşice öldürüldü. Babası M.S. namusumuz temizlendi dedi.”