1950’li yıllarda edebiyat dünyasına başkaldırıcı tutumuyla dahil olan Leyla Erbil’in, toplumsal, varoluşçu, gerçeküstücü kuramların etkisi altındaki edebiyatında kaynakları çok çeşitliydi. Bunları sayarken tanıştığı komünist insanları mutlaka ekliyordu, Dostoyevski, Kafka, Sartre, Shakespeare, Marx ve Freud diye uzayan listesine.
Biri daha vardı onu etkileyenlerin arasında, çocukluğunda oturduğu mahallede rastladığı deli kadın. Onun bağıra çağıra tekrarladığı sözleri hiç unutmamıştı. Leyla Erbil, görünenin ardındakiyle ilgileniyor, insan ruhunun en tekinsiz sokaklarında korkusuzca dolaşıyordu. Onun edebiyatı kendinde, başka insanları, onların duygularını, geçmişin, şimdinin ve geleceğin acılarını, sırlarını aramakla geçen bir yolculuktu.
Leyla Erbil, 12 Ocak 1931’de dünyaya gelir. Elmas Şahin, Leyla Erbil’i anlattığı doktora tezinde şöyle diyor: “Babası Hasan Tahsin Bey ile dört amcası da kaptan ve makinist olan Leyla Erbil, eserlerinde geçen çoğu baba karakterlerine babasının göbek adı olan Hasan adını verir. Babanın yaşamındaki etkisi az değildir. Öyle ki, 1959 yılında baba-kız denizlere açılıp Amerika’ya kadar uzanacaktır babanın başmakinist olarak yönettiği bir şileple.” Bu nedenle olsa gerek ,deniz, vapurlar, gemiciler ve onların uzaklardan yolladığı mektuplar pek çok eserinde sıklıkla çıkar karşımıza.
Leyla Erbil’i edebiyat dünyasıyla tanıştıracak asıl dönüm noktası İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumaya başlaması, yine aynı üniversitenin Coğrafya bölümünde okumakta olan ve Erbil’i ünlü ressam ve şair Metin Eloğlu, felsefeci ve denemeci Selahattin Hilav gibi isimlerle tanıştıracak olan ablası Mürvet Bilgin olacaktır. Okula başlamasından bir yıl sonra Çerkes Ethem’in ağabeyi Çerkes Reşit Bey’in oğlu Aytek Şay ile evlenip öğrenimine ara verir, fakat bir yıl sonra boşanıp eğitimine kaldığı yerden devam eder.
Öykülerine hayranlık duyduğu Sait Faik’le tanışır. Dostlukları Sait Faik’in ölümüne dek sürer. Erbil, Zihin Kuşları adlı denemelerden oluşan kitabının son bölümünde Sait Faik’i şöyle anlatır: “Ben onunla tanıştığımda (1953 sonu, 1954 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikayelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikayelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç, alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni, ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…”
Sait Faik, Leyla Erbil
1955’te Yüksek Mühendis Mehmet Erbil ile evlenir. Evlendikten sonra , İngiliz Edebiyatı son sınıfı öğrencisiyken okulunu bırakır ve Ankara’ya taşınır. Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Can Yücel, İlhan Berk, Orhan Peker, Fikret Otyam ve Hikmet Şimşek gibi çok değerli öykücü, romancı, şair ve sanatçı dostlardan oluşan yepyeni bir çevrenin içinde bulur kendisini. İlk öykü denemesi Uğraşsız işte bu yıllarda 1956’da Seçilmiş Hikayeler Dergisi’nde yayımlanır. Ancak 1957 yılında eşinin işleri nedeniyle, kızı Fatoş’un doğumuna dek üç yılını geçireceği İzmir’e taşınır. Daha sonra artık ölene kadar İstanbul’da yaşayacaktır. Dost, Papirüs, Türk Dili, Türkiye Defteri, Yeditepe, Yelken, Yeni Dergi ve Yeni Ufuklar gibi dergilerde öyküleri ve yazıları çıkmaya başlar.
1959’da yayımlanan ilk öykü kitabı Hallaç’ta içinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramamış, tüm yargılara baş kaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı anlatır. Kitaptaki öyküler genellikle cinsellik ve buna bağlı kavramlar üzerinde şekillenir. Hallaç, alışıldık düşünce kalıplarına olduğu kadar bilinen edebiyat kalıplarına da karşı çıkan bir kitaptır.
“Bu adam başkadır, niçin bir kadına değil, kadınlar beni sevmezler kadınlar etek bastırırlar hep bir de pirinç ayıklamak, vın vın vın eşek arısı denli konuşmak, salt konuşmak dedikoduca, erkekler değil mi ki sanki, hani geçen gece eve attım onu’lar, aa bu onlardan değil bu B, başka türlü sever beni, bunda nen yoktur, nen hani erkekliğini ille de karşısındaki kıza tattırma saplantısı diyelim, hani vücutlarında durup dururken canlandırıverdikleri ikinci bir yaratık, küçük bir hayvancık denli hani, işte B’de yok öylesine.” (Hallaç, Sarhoş Yaşantılar)
Leyla Erbil ilk baskısı 1968 yılında yapılan Gecede adlı öykü kitabı çıktığında Cumhuriyet Gazetesi’ne insanı Marksist ve Freudist açıdan ele alan diye bir ilan verir. Leyla Erbil, bu öykü kitabında da olduğu gibi noktalama işaretlerini bildiğimiz kalıpların dışında kullanır. Kelimelerinin yetmediği yerlerde noktalama işaretleri devreye girer, zihnin akışını okuyucuya anlatır. Virgüllü ünlem, virgüllü soru, yan yana üç virgül, üç virgüllü ünlem, üç virgüllü soru işaretleri gibi.
Kitapta yer alan Vapur öyküsünde zincirlerini koparıp denize açılan Şirket-i Hayriye vapurunu, o vapurun İstanbul’un iskeleleriyle, halkıyla, tarihiyle bütünleşen isyanını ve hüznünü anlatır.
“Onlara, insanlara böyle olmayabilirim de demek istedim, onları korkutmak, üzerime düşürmek istedim, kıyılar adam almıyor, beni seyretmeye geliyorlar, donanmayı yendim, bana buyurulan işi yüzgeri ettim, başıma buyruk olduğumu tanıttım, ama tüm bunlarla bir tek kendimi kurtardım, üstün olduğumu gösterdim, üstelik yapıma uymayan, ters, soytarıca davranışlarda bulundum, şimdi de yalnızım işte, yapayalnızım, arkadaşlarımsa bugün de kahır içindeler, yaşamları değişmedi, kurtaramadım onları, şimdi de horlanmış halkı taşıtıyorlar onlara, bir kendimi başkalaştırdım diyerek başını sulara dövdüren vapura Beylerbeyi kıyılarındaki halk kahkahalarla güldü. Vapurun bu çok gücüne gitti, ben onlar için kendimi ateşe atarken, onlar benimle eğleniyorlar, bu yalnızlığa nasıl dayanacağım diyerek sıçradı ve karşıya Hünkar sularına attı kendisini. Ah artık bu sulardan da o koskoca tarihin görkemli anılarından da bıktım, elimde olsa tüm tarihi değiştirirdim, insanlığı en başından başlatırdım, şimdi ne yapmam doğru olur diye Sarıyer’e dik dik baktı, düşünceli ve solgun Tarabya’ya seyirtti.”
1971’de yayımlanan Tuhaf Bir Kadın, Erbil’in ilk romanı. Roman dört bölümden oluşuyor: Kız, Baba, Ana ve Kadın. Romanda Leyla Erbil özgürlük mücadelesi vermeye çalışan bir kadının çelişkilerini ve çıkmazlarını da gözler önüne serer. Romanda üniversiteli bir genç kız Nermin’in kendini gerçekleştirme yolunda, toplumsal değerlerle çatışarak, marksist felsefeyi benimsemiş bir kadın oluşuna tanıklık ederiz.
“- Ayıp değil mi Mösyö Lambo, benim buraya erkek aramaya geldiğimi mi sanıyorlar?
– Eh, erkek bunlar, erkekler böyledir.
– Yani bana annemin dizinin dibinden ayrılma mı demek istiyor bu yobazlar, beni bir arkadaş olarak göremezler mi, ya da bir kız kardeş gibi!
– Olmaz bre kızım nasıl olur, erkek bunlar, sen onların kız kardeşi değilsin ki!…”
Leyla Erbil’in geleneksel bariyerleri yıkıp, kadını tüm çıplaklığıyla ele aldığı, hayata, insana ve olaylara pembe gözlükler yerine siyah gözlüklerle baktığı öykülerden oluşan Eski Sevgili, Türk Edebiyatı’ndaki alışılagelmiş sevgili anlayışını ters yüz eden bir eser olarak karşımıza çıkar. 1977’de yayımlanan içinde 5 öykü bulunan kitaptaki öykülerin başkarakterleri hep kadındır. Kitapla aynı adı taşıyan Eski Sevgili adlı öyküde ise yazar, karılarını sevgililerini aldatan erkekler ve üç beş kuruş için onların oyuncağı olan üstüne üstelik dayak yiyip, hor görülen hakarete uğrayan kadınlardan bahseder.
“-Bu toplumda, dedi, çok bilmiş bir tavırla, aşkın ne demeye geldiğini ikimiz de pek iyi biliriz ya, arada bir böyle çıkışlar yapmaktan hoşlanırız!
-Ne demeye gelirmiş?
-Asıl olanın kopyası demeye. Bize kabul ettirilmiş olan bir şey!
-Evet öyle, öyle de olsa kendimizi alıkoyamadığımız bir şey, bir gerçek!
-Üstelik ayrılamayacağını söylediğin bir karın, bir çocuğun varken… Bunu söyler söylemez pişman oldu Nigâr. Ayrılırsan bir engel kalmaz, demeye getirmiş oluyordu. Öyle yanıtladı Suret:
-Ne önemi var karımın, dedi, aynı küçümseyici tonu takmıştı sesine, karımdan ayrılamayacağımı bildiğimiz gibi evlilik kurumunun ne olduğunu da bilmiyor muyuz?
-Onu söylemek istemediğimi biliyorsun, dedi Nigâr, bozulmuştu.”
1985’te yayımlanan Leyla Erbil’in başyapıtlarından Karanlığın Günü bir tür hesaplaşma romanıdır. 1980’li yıllardır. Neslihan, İstanbul’a yerleşmiş bir entelektüel ve romancıdır. Evlidir, ancak sağı solu belli olmayan bir aşığı vardır. Annesinin hastalığıyla mücadele etmesi gerekir. Neslihan zamanla farkeder ki annesinin giderek ilerleyen hastalığı onun için yakın geçmişe ulaşmanın son fırsatıdır. Aşkları, günlük hayatı, arkadaşlarıyla karşılaşmaları, sol entelektüelleri…
“Oğlum her gün kendinden güçsüz, yoksul, zavallı bir çocuğu dövmeden gelmezdi okuldan; her gün kapıda gözü yaşlı bir çocukla annesi olurdu; giderek sinsileşmişti; her şeyi kapıverirdi; pirzolanın etlisine, kirazın irisine ilk el atan o olurdu; eline vururduk hep, biz bitirmeden siler süpürürdü tabağını, bir daha bir daha alırdı, bizim tabaklarımızdan dilimlenmiş portakalları, muzları çalıverirdi. Annem “Dayısına benzedi!” diyordu. “O da ben-benciydi; her şey benim olsun isterdi!” Gülerdi annem…”
Önceki hikaye ve romanlarından anlatım tekniği ve kurgusuyla farklılaşsa da, 1988’de yayımlanan Mektup Aşkları romanında Erbil’in teması aynı. Klasik edebiyatın mektuplara dökülen içli aşkların yerine aşkın bütün klişelerden, kutsallıktan sıyrılmış çıplak hallerini okuyor, yazarın amacına uygun olarak acımasız gerçeklikle yüzleşiyoruz. Romanı, bir grup insanın Jale’ye yazdığı mektuplarla kurgulamış Leyla Erbil. Bir zamanlar yakın arkadaşlıklar kurmuş, gönül ilişkileri yaşamış, yakınlaşmış, uzaklaşmış, kırılmış, öfkelenmiş, şimdilerde başka kentlere ya da ülkelere savrulmuş mektup sahipleri, birbirine mahrem hayatlarını açarlarken, geri planda dönemin zihniyet biçimleri sergileniyor. Mektup Aşkları, bilinç akışını benimseyen, dilin kalıplarını kırarak anlatım olanaklarını sonuna kadar zorlayan bir yazar olarak tanıdığımız Leyla Erbil’in belki de en kolay okunan metni.
“Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: Üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekamızı geliştiren bu yalanlar onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş. Ancak işin enteresan yanı, tarih boyunca erkeği zekamızla oyalayıp idare etme duyumuz öylesine gelişmiş ki, her kadın zekasıyla, tevarüs ettiği kurnazlıklarla içten içe durmadan yenmiş erkeği. Ne var ki aslında yendiği şeye yenilmiş gibi görünerek yaşadığı ikiyüzlülüğü de hazmedemeyen kadın, mutsuzluğun pençesine düşmüş durumdadır.”
İlk olarak 2001’de yayımlanan Cüce, Leyla Erbil’in Eski Sevgili adlı novellası içinde şekillenmeye başlar öncelikle: “O yerden bitme, çirkin mi çirkin, hiç susmayan kameramanla…” diye sözü edilir Eski Sevgili’de. Cüce’de toplumsal yozlaşma karşısında acı çeken ve bu yozlaşmanın bir parçası olmaya direnen kahramanın trajik öyküsünü okuyoruz. Cüce iki kurgusal katmandan oluşuyor. Yazarın Notu başlığıyla yazılmış birinci katmanda Kurmaca Yazar, öykü kahramanını Zenime’yi tanıdığı kadarıyla bize anlatıyor. İkinci katman, Zenime’nin kağıtlarından, ardında bıraktığı yapıtın dağınık sayfalarından oluşuyor. Burada Zenime’nin iç konuşmaları da yer alıyor. Selim İleri Cüce için “Roman da diyebiliriz, düzyazı da, şiir de, uzun hikaye de, deneme-roman da..” diyor.
“Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri art arda ekliyorsun; seni seyrediyorum ve ses etmiyorum çünkü bekleyişin süslü bir imparatorluğu vardır. Umut silinene kadar güçlü bir direnişle dikilirsin tahtında. Sonra düşüş başlar. Başladığın yere dönüş. Kara anaforu bulma isteğiyle delice labirentlerinde acının dört dönmektir dönüş yeniden başlamak üzere düşüşe. Bir ömrün bekleyiş eziyeti içinde kıvranabilmek uğruna başa dönüşün bekleyişiyle geçmesini düşünebiliyor musun? Bu acı arayıştan kim kurtarabilir insanı? Sevgili mi? Dost mu? Boş inanç mı? Ülkü mü?”
Komet’in resimlediği Tuhaf Bir Erkek romanındaki erkek karakter için Leyla Erbil “Her insanın içinde bir sürü başka insan olduğunu düşünüyorum. Buradaki adamda da öyle. Romanda bir kişi yok” diyor 2013’te yayımlanan şiirsel tarzda yazılmış bu roman için. “Romanda bir kişi yok, ilk aşkım Buğra Kaptan da var, hayatıma giren ya da gözlemlediğim bütün erkekler de.”
“Köy enstitülerini kapattılar, komünist yetiştiriyor diyerek,,, aslında da öyleydi ne zararı vardı ki komünistlerin,,, para istemezler,,, pul istemezler,,, eşitlik diye tutturmuşlar,,, yok illa da biz zengin siz fukara olacaksınız değil mi,,, kâfirler sizi işte
bu yüzden seksen yıldır doğrultamadınız belinizi… türkiye’yi bi yana bırakalım bir de burada yaşayanlar,,, onlardan biri olan ben varım değil mi,,,”
1996 yılında F-tipi cezaevlerine karşı sürdürülen ölüm oruçlarının sona ermesi için ön saflarda yer aldı. 1 Mayıs 2009’da, gaz bombaları arasında Taksim meydanına doğru ilerleyenlerin arasında da o vardı. Toplumsal haksızlıklar karşısında isyan eden tutumunu, sokakların ve edebiyatın meydanında bütün yiğitliğiyle gösterdi Leyla Erbil. 2013’te yaşama veda etti.