Hemen her konuda kaleme alınabilecek deneme, yazarına kişisel görüşlerini ifade etme ve dile getirdiği düşünceleri kanıtlama zorunluluğu yüklememesi açısından oldukça geniş bir olanak sağlar. Dünya Edebiyatı’nda Montaigne’le birlikte anılan modern deneme, Türk Edebiyatı’nda Tanzimat Dönemi’nde görülmeye başlar. Bu geç tanışmaya rağmen, özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde edebiyatımızın pek çok isminin rağbet gösterdiği bir tür haline gelir.
1. Salah Birsel (1919 – 1999) – Salah Bey Tarihi 3: Boğaziçi Şıngır Mıngır, 1979
Salah Birsel’in deneme tadında yazdığı, tarih, anı, gezi gibi türleri kaynaştırdığı beş ciltten oluşan Salah Bey Tarihi (Kahveler Kitabı, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Boğaziçi Şıngır Mıngır, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, İstanbul-Paris), edebiyatımızda özel bir öneme sahiptir. Bu beş kitapta Osmanlı saraylarını, Boğaziçi yaşamını, İstanbul’un kahvelerini, gazinolarını ve mesire yerlerini, sanatçıların yaşadığı semtleri, tarihsel bir perspektiften kendine özgü renkli üslubuyla anlatır. Dizideki her kitap farklı metin, bağımsız başlıklardan oluşsa da kendi içlerinde bir bütünlük taşırlar.
“1946 Şubatında, bir pazar günü, üç adam, Şişli’den yola çıkıp, Mecidiyeköy-Zincirlikuyu üzerinden derelere, tepelere vurmuşlar -o sıralar ortalarda Levent ya da Etiler adını taşıyacak tek bir kulübe bile yoktur- ve Baltalimanı çayırına inmişlerdir. Bu üç adam bizim Sait Faik, Oktay Akbal ve Salah Birsel’den başkası değildir. Yolda Sait bir ara Oktay’la Salah’ı durdurmuş, eliyle uzaktaki bir koyuluğu göstererek: “İşte Menekşeli Vadi orası.” demiştir. Sait bir öyküsünde bu Menekşeli Vadi’yi şöyle anlatır: Sabahleyin uyandığım zaman dışarıya baktım. Önümde, sis içinde bir bahçe uzanıyordu. Kenarda yansı cam, yansı hasır örtülü “ser” gibi bir şey vardı. Pencereyi açtım. Güzel bir menekşe kokusu burnuma doldu. Hava ılık, ılıktı. Sonra sis ağır ağır açıldı. Gözümün önüne bir bostan serildi. Lahanalar, çiçekler, maydanozlar, salatalar şaha kalkmıştı. Ötelerde, çiçeklerin arasında, başka bahçeler, başka yamru yumru binalar gözüküyordu. Her taraf aynı bitki, aynı hayvan, aynı çarpık ve birbirinden epey uzak binalarla dolu idi. Menekşe, her taraf menekşe kokuyordu. Yolun tam ortasından şarıl şarıl bir de dere akıyordu. Akşam eve gelirken bu derenin içinden mi geçmiştik? Ayaklarım bile ıslanmamıştı.”
2. Bedri Rahmi Eyüboğlu (1911 – 1975) – Delifişek, 1975
Delifişek, Bedri Rahmi’nin dil, edebiyat, resim, nakış, sinema, fotoğrafçılık ve kimi renkli konuları içine alan deneme kitabıdır. Kitapta da görüleceği gibi, Bedri Rahmi’nin düzyazıları şiirleri kadar coşkulu, resimleri kadar renklidir. Sanatın kimi kollarıyla yaşamı boyunca iç içe olan Bedri Rahmi’nin eleştirilerinin yerindeliği, geleceğe dönük yargı ve çözümlerinin geçerliliği, bugün de önemini korumaktadır.
“Atölyede yirmi kişi kadarız. Yarısı kız. Hayatımda ilk defa kızlarla aynı atölyede çalışıyor, aynı dershanede yan yana ders dinliyorum. On sekiz yaşına kadar Anadolu’da dolaşan gördüğü en büyük şehir, Kütahya, Artvin ve Trabzon’dan ibaret olan bir delikanlı için kızlarla dolaşmak ne kadar güzel şey. İnsanın içi bir hoş oluyor. Nazari dersler içinde en sevdiğim dersler estetikle mitoloji, bir türlü ısınamadığım da anatomi ve menazır. Estetikle mitolojiye Ahmet Haşim geliyor… Son dersinde bize Ogüst Kont’tan bahsedecekti. Bilmem nereden açıldı, uzun uzadıya yolda gördüğü bir sıpayı anlattı. Dünyada sıpadan güzel bir mahluk olamazmış! Sıpanın kulakları kadar yumuşak kulak, gözleri kadar gözler göz bulunmazmış! Sonra Amerikalı bazı kadınların giyimlerine geçti. “Mübarekler ne kadar güzel renkler seçiyorlar, kadın değil papağan dersin. En göz alıcı renklerden korkmuyorlar. Çingene pembesi üstüne acı badem yeşili. Cesaretlerine bayılıyorum.” dedi.”
3. Nurullah Ataç (1898 – 1957) – Günlerin Getirdiği, 1953
Türk Edebiyatı’na, deneme ve eleştirileriyle damgasını vuran Nurullah Ataç yazmaya Yahya Kemal Beyatlı’nın yönettiği Dergah Dergisi’nde yayınlanan şiir ve yazılarıyla başladı. Dilde sadeleştirme ve özleştirme hareketinin savunucularındandır. Daha sonra yalnızca deneme ve eleştiri türünde ürünler verdi, çeviriler yaptı. Kendi türettiği sözcükleri, devrik tümceleri ve kendine özgü biçemiyle dili bir uygarlık sorunu olarak ele aldı.
“Ölümü düşünmeden, aklımıza getirmeden yaşamak elbette en iyi şey, ama elimizde mi? Ölüm düşüncesi bizi bir yol sardı mı, bir daha bırakmıyor, sevinçlerimiz gülmelerimiz içinde bile kendini duyuruveriyor. Yaşamak cömertliktedir. Saatlar, günler, aylar, yıllar geçiversin ne çıkar? Ölüm korkusu ölüm düşüncesi ise bizi cimri ediyor; aman bu saat geçmesin! Sıkıntılar içindeyim, yarın belki bir genişliğe kavuşacağım, olsun gene de bu saat geçmesin! Yarın, o güzel yarın benim ömrümü kısalmış bulacak… Ölüm düşüncesinin çağımızda çok yaygın olduğunu sanıyorum. Bakın şairlerin çoğu, hemen hepsi yaşamanın güzelliğini anlatıyorlar. Yaşamanın geçici olduğunu, o nimeti çabucak yitireceğimizi duymasalar, düşünmeseler, hep onun güzelliğini anlatırlar mıydı? O sevincin altında bir acı var ki kendini gizleyemiyor. Öyle sanıyorum ki dünün acılan seven, ölümü isteyen, yeryüzünden yalanıp duran, bir an önce yerin dibine mi, göğe mi, neresi olursa olsun işte oraya göçmek için çırpınan, “Ey ölüm! Koca kaptan, vakit erişti, demir al! Bu ülkeden sıkıldık, ey ölüm! Açılalım!” diyen romantik şairi, ölümün ne olduğunu, yaşamanın tutarsızlığını bizim kadar anlamamıştı.”
4. Ahmet Rasim (1864 – 1932) – Şehir Mektupları, 1912 – 1913
Ahmet Rasim özellikle deneme, sohbet, anı türü kitaplarındaki üslubuyla modern Türk Edebiyatı dilinin oluşmasında öncü işlevi gören önemli yazarlarımızdan birisidir. Bu türdeki eserleri arasında en önemlisi olan Şehir Mektupları’ndaki yazılarında Cumhuriyet’ten önceki İstanbul yaşayışını, insan ilişkilerini, sık sık ironiye başvuran ve yaşama sevincini duyuran bir üslupla anlatılır. Büyük bölümü 1897 – 1899 yılları arasında fıkra, sohbet, deneme karışımı bir tür olarak yazılmıştır bu mektuplar.
“Patlıcanlar morara morara kadife rengini aldı. Çenesine güvenen, sırtına küfesini takan sokakta: “Kemer patlıcanlarım” diye bağırıyor. Gerçekten de güzel sebzedir. Misafir ağırlar. Biraz hazmı zordur ama doyurur, bıktırmaz. Her şeye karışır, türlüye girer, dolma olur, şişe dizilir, ezim ezim ezilir. İmambayıldı şeklinde görülür. Fakat tavası dehşetlidir. Neredeyse çıkar. Ne de kolay yemektir. Biraz çalı çırpı, talaş, yonga, bakkaldan yüz dirhem yağ, sütçüden bir kase yoğurt alındı mı misk! Evde bir meşguliyet peyda olur. İki diş sarımsağa havan işlemeye başlar. Delikli kap sahanlıktan iner. Birer birer alaca biçim kesilip dilim dilim doğranır, zehri çıksın diye tuzlanır, bir kenara çekilir. Odunun kurusu, ortaya, yanına malzemeler yerleştirilir. Gelsin yelpaze, kürek puf puf! Alev aldı mı tava üstüne bolca zeytinyağı… Oh! Ne cızırtı! Yağ fıkırdar, daha yanmadı. Çıtırdar, biraz daha hışırdar.”
5. Ahmet Haşim (1884 – 1933) – Frankfurt Seyahatnamesi, 1933
Ahmet Haşim Frankfurt Seyahatnamesi’ni, rahatsızlığı nedeniyle tedavi için gittiği Frankfurt’ta yazmıştır. Şehre ait özellikleri ve seyahatini kısa denemeler halinde kağıda dökmüştür. Türkiye’ye döndüğünde yazmış olduğu 20 deneme çeşitli gazete ve dergilerde yayınlamıştır. Daha sonra bu denemeler kitaplaşır. Kitapta anlatılanlar Frankfurt’a ait turistik bilgiler değildir. Zaten yazar önsözde seyahatname diye adlandırdığı bu renksiz ve aksiyonsuz kitabın okuyucuyu yanıltmamış olmasını dilemektedir.
“Frankfurt caddelerinde en çok garibime giden insan Alman dilencisi olmuştur. Bu dilenci, temiz gömlek ve yakası lekesiz elbisesi, ütülenmiş beyaz mendiliyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigarasını yakarak sabahın neşeli kalabalığı içinde işine giden herhangi bir efendiye benzer. Hastanenin kırmızı nehir sularına bakan pencereleri önünde, şehrin en şık ve en işlek caddelerinde, ikişer, üçer kişilik takımlar halinde sabahtan akşama kadar opera ve operet parçaları söyleyerek havayı keman ve armonik sesleriyle dolduran dilenciler hep bu tiptedir. Bunların gündelik kazançları, alelade bir alışverişin getireceği kardan aşağı değil. Yakın veya uzak bütün şark memleketlerinde, böyle bir kılıkla gelip geçenlerin merhametine el uzatmak cesaretini gösterecek herifin toplayacağı hava ve yiyeceği dayaktır. Merhametli hanım veya efendi, sadakaya muhtaç adamın kendisine bu kadar benzer oluşuna tahammül edemez.”
6. Suut Kemal Yetkin (1903 – 1980) – Edebiyat Üzerine Denemeler, 1952
Suut Kemal Yetkin milletvekili, öğretim üyesi, rektör, sanat tarihçisi ama en önemli özelliği hiç kuşkusuz edebiyat alanında vermiş olduğu eserleridir. Özellikle deneme türünün başarılı temsilcilerindendir. Edebiyata şiirle başlayan Suut Kemal Yetkin, Sanat ve Edebiyat adlı bir dergi de çıkardı.
“Günlük olaylar, bir sürü yazılar beni yalnızlık üzerinde düşündürürdü. Gerçek yalnızlığın, tek başına odasına kapansa bile topluluğu türlü istekleri ile içinde taşıyan insanda değil, topluluğun ortasında yaşadığı halde onun ağlarından kurtulmuş olan insanda olduğunu düşündüm. İnsanlar, içinde bulundukları topluluğun kurulmuş düzenine uyarak yaşıyorlar. Bu düzen yalnız göreneklerde değil, düşünme ve duyma gibi iç davranışlarda bile kendini göstermekten geri kalmaz. Üzerinde durulması gereken nokta bence budur işte. Her şeyi topluluk hayatına borçlu değil miyiz? Onun dışında ne insanı ne de eserini tasarlamaya imkan vardır. Böyle olmakla beraber, insanı yücelten toplum onu alçaltıyor da. Büyüklük de küçüklük de hep o kaynaktan geliyor. İçerideki halimizle dışarıdaki halimiz bir değil. Kafamızdaki düşüncelerle kağıda geçişleri birbirini tutmuyor. Kendimiz için ayrı, başkaları için ayrı yaşıyor, ayrı düşünüyoruz. Böylece bizi yaşatan toplum, bizi kendimizden, kendimiz olmaktan uzaklaştırıyor.”
7. Cemil Meriç (1916 – 1987) – Bu Ülke, 1974
Cemil Meriç Bu Ülke’de, doğu-batı, sağ-sol çatışması, Türkiye’deki edebiyat ve siyaset dünyasını, Doğu’nun fikir alemini ve önemli düşünce insanlarını, edebiyatçıları ele almaktadır. Meriç kitabı için şunları söylemiştir: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği.”
“Tabiat bir Balzac’la binbir Balzac hak etmeseydi İnsanlığın Komedyası nasıl çıkardı ortaya? Romancı yaşayacak, duyacak ki, yaşatsın ve duyursun. Ağlatmak istiyorsanız önce siz ağlayın. Gördüklerinizi anlamak için daha önce yaşamış olmalısınız. İnsan ancak yaşadığı kadarını görür, gerçek hayatında veya rüyalarında yaşadığı kadarını. İnsanlığın Komedyası ne rastgele bir ilhamın mahsulü, ne tarafsız bir anketin. Balzac eserinin içindedir. Romanlarında adeta rüyalarını yaşar. Yahut her roman gerçek toprağında gelişen, dal budak salan bir rüya. Adamla eser arasındaki uçurum, görünüşteki Balzac’la gerçek Balzac arasındaki uçurumun tıpkısı. Balzac yalnız yaratıcı değil, yaratıcıyı besleyen ihtirasların da tümü. Eseri dolduran insan, vazoyu dolduran su gibi.”
8. Sabahattin Eyüboğlu (1908 – 1973) – Mavi ve Kara, 1961
Sabahattin Eyüboğlu, çevirdiği eserlerle, yaptığı belgesel filmlerle, resim, heykel gibi sanat dalları ile ilgili eleştirileriyle kültür sanat dünyamızın çok yönlü isimlerindendir. Sabahattin Eyüboğlu, yalın, akıcı ve alıntıları, anekdotları, masalları ile yer yer eğlendirici olan denemeleriyle Türk denemeciliğinde önemli bir yer edinmiştir. 1940’tan sonra yazdığı denemelerini Mavi ve Kara’da topladı.
“Özgür düşünce hem tutucu, gelenekçi, hem de özgür olamaz. Nasıl olabilir ki düşünce özgürlüğü eski düşünce kalıplarını kırmanın ta kendisidir. Kendi aklını kullanmayan insan, kitapların en güzeline de inansa, özgür düşünemiyor demektir. Buna karşılık yalnız kendi aklını beğenen de özgür düşünüyor sayılmaz. Nasıl sayılsın ki, özgür düşünce bütün akıllara baş vuran, durmadan gelişmek isteyen düşüncedir.”
9. Vedat Günyol (1912- 2004) – Dile Gelseler, 1966
Yazar, çevirmen ve yayımcı Vedat Günyol’un eleştiri ve deneme alanlarında kendine özgü bir yeri vardır. Gerçekten de, bu iki tür, Vedat Günyol’un yazarlık yaşamında birbirinden kesin sınırlarla ayrılmayan, daha doğrusu birbirini bütünleyen, iç içe geçmiş yazı yaklaşımları olarak değerlendirilebilir. Başta edebiyat alanına giren sorunlar olmak üzere, toplumsal yaşam içinde insanı ilgilendiren hemen her konuya eğilen Vedat Günyol’un yaklaşımının en belirgin özelliği, önce kendini ya da kendi düşüncesini, gene kendine özgü bir anlatımla eleştirmesi ve genellemelere ancak bu yoldan geçerek ulaşmasıdır.
“Bir defa, hiç şüphe yok ki, Sabahattin Ali çevreye dönük bir hikayeci, “nabzını kütlenin nabzı ile aynı tempoda arttırmak” özleminde olan bir sanatçıdır. Sonra, gözlemlerine kendinden fazla şeyler katmamak isteği de oldukça güçlü. Hikayelerinde hep kendini silmek yolunu tutuyor. Sait Faik gibi, gördüklerini kendine çekmiyor. Bu uğurda çok kez, bile bile kuru bir gözlemci olmaya kalkışıyor. Öyle ki, hayattan topladığı gereçler üzerinde hayal gücünün, duygularının emeği oldukça silik kalıyor. Kaygısı açık: Bireycilikten, kendi deyimiyle endividüalizmden kaçınmak. Ona göre, gerçek sanat, sanatçının kendini silip çevreyi verebildiği zaman başlar. İçimizdeki Şeytan adlı romanının kişilerinden Ömer, yazarın bu düşüncesini şöyle dile getiriyor: “Bence sanatkar, kendinden başkalarını vermeye başladığı zaman sanatkar olur.”