https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Cumartesi: 
Evden acele ile çıktım. Evle sokak kapısı arasını kaç saniyede geçip, beni ana caddeye götüren sokağa girdiğimi hatırlamıyorum. Hava yine rüzgarlı, bu rüzgarlı havayı sevmeli mi yoksa ondan nefret mi etmeliyim, bilmiyorum. Sanki beni istediği bir yöne doğru sürüklüyor. Her zaman gittiğim o caddeye gitmiyorum artık. Şişman örgücü kadının dükkanının köşesinden dönüp, otomobillerin yol kenarına bir biri ardına park edildiği, sıra sıra dükkanların olduğu uzun bir caddeye giriyorum. Vitrinler kaldırıma uzanmış, satılık bu eşyalara ve önümde üç çocuğu ile yolu kaplamış kırmızılı kadına çarpmadan geçebilmek için zorlanıyorum. İnsanlar etraflarına bakınarak, kimi birbiri ile konuşarak yürüyorlar. Yol boyunca şapkalar inip kalkıyor, küçük selamlaşmalar, gülümseyen bayanlar… “Merhaba, Bay Roger”… “ Hanımefendi nasıllar?” … “Hayatım pahalı bir şey değil ki, alsak ne olur!” … Bütün bu insanlar, bugün bu sokakta ne aradıklarını söyleyebilirler. Peki ben nereye gidiyorum? Niye bu sokaktayım? Bu belirsizlik beni kaldırımın ortasına çakıyor. Ne ileri ne geri gidebiliyorum. Ortada öylece duruyorum. Gelip geçenler garip garip bakmaya başladılar bile. Annesinin elinden tutmuş yürüyen bir çocuk: “A anne, anne adama bak! Donmuş bu adam!” dedi. Çocuk annesinin sürükler gibi çekiştirmesine rağmen hala arkasına, bana bakıyor. Kalın bir ses, geçerken adamın nefesini hissediyorum: “Yürü be odun musun!” 

Tanrım beni bu durumdan kurtar. Bir yere gitmeliyim. Yol boyunca yürümeye devam ediyorum. Etrafımdaki insanların sadece belli belirsiz karaltılarını görüyorum. Meydandaki süvari heykelinin yanındayım. Gitmek istediğim yer burası değil. Sıkıntım iyice artıyor. Bugünün böyle olmasına sebep ne?

Çam ağaçları ve yer yer huş ağaçlarının da olduğu şehir parkındayım. Banklarda yaşlı insanlar oturuyorlar, nereye baktıkları belli değil. Park çok sessiz. Ara sıra öten birkaç serçe, bu sessizliği bozmaya yetmiyor. Parkın çimler içindeki çakıl taşlarından yapılmış kıvrım yolunu boydan boya geçiyorum. Yüksek demir parmaklı çıkış kapısından çevre yolu görünüyor. Büyük kamyonlar ve hızlı giden otomobiller. Ne çok yol yürümüşüm. Yolun kenarında karşıya geçmek için bekliyorum. Yanımdan geçen bir kamyonet beni egzoz dumanı içinde bıraktı. Kendimi yolun kenarından geriye çekiyorum. Karşıda sahil yolu seçiliyor. “Sahil yolu”. Evet “sahil yolu”. Egzoz dumanı ile birlikte içimdeki belirsizliğin oluşturduğu sis de dağılıyor. Bu yol beni yaşlı Henry’ nin yanına götürüyor. 

Henry’e geçen Salı kitapevinde rastlamıştım. Uzun boylu, oldukça zayıf, kızıl saçlı bir ihtiyardı. Sürekli gülümseyen yüzü, onu olduğundan daha genç gösteriyordu. Kitapevinde masasının üzerinde bir sürü öykü kitabı olan bu ihtiyar adam hemen dikkatimi çekmişti. Bu kadar çok öykü kitabı ile ne yapıyordu? Dayanamayıp elimdeki öyküyü bırakıp, masasına gittim. “Merhaba bayım, birkaç dakikadır sizi izliyorum. Bu kadar çok kitap ile ne yaptığınızı merak ettim” dedim. Henry gözlüğünü çıkarıp, kızıl, kıvırcık saçlarının arasına taktı. Gülümseyen yüzüyle filozofça bir tavır takınarak: “Evlat, bu öykülerin hepsi aynı, ben farklı olanı arıyorum” dedi. Bunca zamandır öyküler okurum ama her biri benim için ayrı ayrı öykülerdi. Henry’ nin dediklerinden pek bir şey anlamamıştım. “Peki sizde farlı öyküler var mı?” dedim. “Elbette var ve daha da olacak” derken gözleri gururla ışıldıyordu. Henry o gün farklı öyküleri görmem için beni kumsaldaki evine davet etmişti. Şimdi niye sahil yolunda olduğumu biliyorum. Gideceğim yeri bilmenin verdiği rahatlıkla sahil yolunu takip edip, kıyının hemen yanındaki bir kuleyi andıran Henry’ nin evine, onun deyimiyle “dünyanın sonu” na varıyorum. Okyanusun azgın dalgaları ve martıların çığlıkları kumsalı kaplıyor. Henry’ nin buraya niye –dünyanın sonu- dediğini artık daha iyi anlıyorum. Sonsuz okyanus ufku ve geniş bir kumsal, ortasında bu kule. Sahilin hemen ardındaki ormanlık alan, şehir ile bağlantıyı kesiyor, kıyıyı ıssız bir ada görünümüne sokuyor. 

Evin aşağısında durup, sesleniyorum. “Hey, Henry!”. Ses vermiyor. “Hey ihtiyar, ben geldim, Bryan!” Henry içeriden seslendi: “Kimsin sen? Seni tanımıyorum!” “Beni tanımalısın bayım, kitap evinde tanışmıştık, farklı öyküleri görmeye geldim.” Henry dışarıya çıkıp, “Hadi orda dikilip durma, yukarı gel.” Basamakları çıkıp kapı eşiğinde duruyorum. “Bunu daha önce niye söylemedin? Seni o serserilerden biri sandım” diye devam ediyor. “Tanrının cezası herifler, her gün gelip aşağıdan bağırıyorlar. Yanlarındaki sürtüklerin iğrenç kahkahası da cabası. Benden içki istiyorlar. Ben meyhaneci miyim? Ha, sen söyle!” Henry’e aslında benim de bir serseri olduğumu söyleyemiyorum. Beraber vakit geçirdiğim bir ailem, sürekli kaldığım bir şehir yok. Bu sevimli ihtiyarı bugün görüp bir daha görmeyeceğim. Kitapevindeki bir anın devamıydı bugün burada oluşum. Bitecekti bu anda başka anlar için. 

Henry’nin evi dışarıdan kimsenin tahmin edemeyeceği kadar düzenli ve rahattı. Evinde bu kadar çok kitabı bulunan birini daha önce hiç görmedim. Kendinizi rahatlıkla bir kitapevindeymiş gibi hissedebilirsiniz. Bu kitapların hepsini okudu mu acaba, diye düşünüyorum. Eğer okuduysa Henry çok entelektüel biri olmalı. Dediklerimi duymuş gibi, mutfaktan elinde iki çay fincanı ile gelirken, “Hepsini okumadım, okusam da hepsi aynı” diyor. Bunu Henry’den ikinci kez duyuyorum. “Hepsi de aynı.” Niye böyle düşünüyor? Bu kadar çok öykünün hepsinin aynı olmasını bir türlü anlayamıyorum. Beni buraya getiren, günlerdir beni bunaltan bu soru değil mi? Artık buradayım ve farklı öykülere daha yakın. Çaylarımızı içerken Henry ile epeyce sohbet ediyoruz. Henry rafların birinden bir kitap indiriyor ve elinde sihirli bir küre tutar gibi ona bakıyor. Kitabın üzerinde J. Henry Felix yazıyor. Getirdiği bir çok kitapta da. Onun bir yazar olduğunu bilmiyordum. Ona olan merakım iyice artığını hissediyorum. Beni bu sıkıntıdan ancak o kurtarabilir. Henry’ nin yazmış olduğu öykülere bakıyorum. Fakat onlarda hala bir fark göremiyorum. Ona bunların da diğer öyküler gibi olduğunu söylesem, onu kızdırır mıyım? Henry’ e bunu nasıl söyleyeceğimi düşünüyorum. Elimdeki bir öykü kitabını ona doğru tutarak: “Bunlar gerçekten harika kitaplar ve çok farklılar.” Henry gülümsüyor. “Yalan söylemeyi beceremiyorsun genç adam. Senin için bu öykülerin diğerlerinden bir farkı yok.” söyleyecek bir şey bulamıyorum. Henry sandığımdan çok daha fazlasını biliyor. Peşinden benim de gelmemi ister gibi dışarıya çıkıyor. Hemen peşinden dışarıya çıkıyorum. Kule biçimli bu evin tahta merdivenlerinden kumsala iniyoruz. Yürüyoruz… Kule gerilerde kalmış, uzaklaşan iki adama bakıyor. Epey sonra duruyoruz. Sessizlik devam ediyor… Henry şefkatli bir babanın çocuğuna baktığı gözlerle bakıyor bana. Kafamdaki sorunun beni rahatsız ettiğini biliyor. Artık beni kurtaracak diye düşünüyorum. “Hiç öykü yazmayı düşündün mü?” diyor. Şaşkınca “Okumayı seviyorum, bununla yetiniyorum, üstelik yazsam da diğer öykülerden farkı ne olacak?” diyorum. Henry: “Olacak evlat! Çünkü onu sen yazmış olacaksın” diyor. “Ama bu yine de senin ve diğerleri için sıradan bir öykü olmayacak mı?” diyorum hemen. “Senin için değil. Yazmadığın hiçbir öykü farklı değildir. Farklı olan kişinin kendisidir, sen yazarsan farklı olacak.” 

Henry’ nin bir öykü yazma konusunda beni ikna ettiğini hissediyorum. Benim yazdığım farklı bir öykü. 

Henry geçen Salı, kitapevinde oluşan kafamdaki soruları çözüyor, içimdeki sıkkınlığı dağıtıyor. Kule eve doğru yürümeye başlıyoruz. Hava kararmak üzere. Henry kulesine çıkarken ona veda edip sahil yoluna doğru yürümeye başlıyorum. Sabahki sıkkın halim yok üzerimde. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı biliyorum. 

Eve geliyorum, pc’nin başına geçip yeni bir Word belgesine “FARKLI BİR ÖYKÜ”yü tuşluyorum. Gece biterken bu son cümleyi yazıyorum. 

SON