Çok duygusallaştım, öyle mi? Belki de, kim bilebilir ki Tanrı dışında. Şimdi bana söyleyin, siz de şu karşımızda duran ahşap masanın, krem rengi duvarın, duvarda asılı birkaç tablonun arasına karışarak onların efendisi olan kaosu seziyor musunuz? Biraz uzağımızdaki ihtiyar fırınıncının fırınından yükselerek penceresi kıyık masum odamıza dolan hafif müziğin sonunun başlangıcı gibi olmayacağı düşüncesi sizi hiç ürkütmedi mi? Ah, bayım, dinleyin; yumuşakça, yavaş yavaş gökyüzünde tuhaf şekiller almaya hazırlanan bir su buharı gibi gitarın telleri gıcırdıyor, sonra kendine bulutlar arasında samimi ve iyi bir dost buluyor, baterinin de tempolu sesiyle uyum sağlayarak gittikçe yükseliyorlar ve dans ediyorlar, ne güzel! Sonra, hem de sadece birkaç saniye sonra, gittikçe ağırlaşıyor, tamamen değişiyor, onu tanıyamıyoruz ve bitiyor! Ya da ilerideki ağacın dalındaki bülbülü farz edin; ruhunuzu kutsayacak ve kendinden geçirecek kadar derin, anlamlı olan şu sesiyle sizin için birkaç dakika şakıyacak, peki ya sonra?
Evet, size başlamadan duygusallaşmaya başladığımı söylemiştim; epey saf ve aptalca davranmışım, o yüzden bana inanmıyorsunuz değil mi? Bayağı ve ateşli duyguların tesiri altında sayıkladığımı, aklımı kaçırmış gibi ona buna saldırdığımı düşünüyorsunuz. Ne düşünürseniz düşünün efendim, istediğinizi de söyleyin, zaten her halükarda yalan söylüyor olacaksınız. Öfkelenmeyin, durun, tabii ki hiç yalan söylemezsiniz siz, hata bende. Kapatalım bu konuyu, siz de sakinleşin, kendinize bir bardak konyak doldurun; pencereyi ardına kadar açarak bahar melteminin vücudunuza sinerek sizi rahatlatmasına izin verin. Sessiz sakin beni dinleyeceğinize, kendinize hakim olacağınıza söz verirseniz size bir şey anlatacağım: Dün akşam evime dönerken yolun ortasında araba altında ezilmiş bir kedi vücudu gördüm, belki başı yerinde bile değildi, affedin, affedin, bundan bahsedecek değilim ya! O sırada ruhum dev bir kayanın altında sıkışır gibi oldu, nefesim vücudumun içinde hapsoldu, kaskatı kesildim; arabalar etrafımdan geçip gidiyordu, uzaktaki ağaçtaki bülbül hâlâ şakıyordu, fırıncının açık kapısından sokağa bir müzik sızıyordu. Kim böyle bir görüntüyle karşılaşsa acırdı elbette, ancak benim içimde kopanlar tesadüf eseri duyulan herhangi bir merhamet duygusundan pek farklıydı. O kanlı, minik tüylü parçaya bakarken ölümsüz ve üstün bir yaratığın sonsuz merhametini, kutsal affediciliğini içimde barındırıyordum, onun zavallı kaderini, ölümlülüğünü düşünürken gizliden gizliye bir kendine beğenmişliğin gölgesinin altında serinliyordum, ancak nasıl oluyorsa hiç belli etmedim. Bayım, anlıyor musunuz bakalım, ne dediğimi? Şimdi bana sorsanız, öleceğime inandığımı söylerim size; önünüze şiirler dökerim, mezarlıkları dolaştırırım, cesetleri işaret ederim! Ama bakın, işte, ben yalan söylüyorum. Öleceğime nasıl olur da inanabilirim ki, bu nasıl mümkün olur? Bu sıradan diye niteleceğimiz sessiz eşyaların, gökyüzünün, sokağın, şu fırının hareketsiz bir parçacığıyken bir anda yok olabileceğimi düşünmek olacak iş mi, şimdi?
Tabii, ben öleyim ya da ölmeyeyim, şu karşımızdaki masa biraz da olsa yerinden oynayacak mı, mesela? Elbette hayır! Ya karşımızdaki fırıncı, acaba onun çaldığı güzel müzik değişecek mi? Hiç sanmıyorum, hem de hiç, efendim. Peki şu güzel bülbül, yine de şakımayacak mı o? Ah, yüce doğa, o kadar güzel renklerin, tatların, kokuların ve mucizelerin anası olan sen; neden benim gibi bir hiçi de yanına almak istersin ki bir gün. Söyle bana, ne getireceğim ki sana? Bayım, ya siz, siz kendinize inanacak güce sahipmiş gibi görünüyorsunuz, ancak sizin yalan söylemediğinizi bilemem. Durun, beni sakinleştirmeye çalışmayın, yine de teşekkür ederim efendim! Arkamda sizin gibi aziz bir dostu bulundurmak beni mutluluktan ağlatacak sanki, hem de böyle güzel bir havada; isminiz, rüzgarda savrulan bir kelebek gibi zihnime çarptığında hiçbir şeye sahip olmadığım ancak size sahip olduğum gelecek aklıma.
Fakat affedin beni, ancak bir aziz dostun bile nerdeyse şu bülbülden, müzikten, eşyalardan bir farkı yoktur, zaten neden olsun ki? Bana söyleyin, hemen şimdi yok olsam arkamdan en fazla bir ay ağlarsınız, sonrasında belki birkaç kez adımı anarsınız, peki yüreğiniz gerçekten ağlar mı? Hayır! Soluk aldığınız, her sabah uyandığınız, sokakta minik bir çocuğu görüp gülümsediğiniz sürece nasıl mutsuz olabilirsiniz bir ölü için? Olmazsınız tabii, ben de olmazdım.
Ne siz ne ben ne de bir başkası, özgür değiliz. Özgür olan insan korkar mı? Bizim içine kapatıldığımız hapishanenin ne demirleri ne de kabadayı gardiyanları var; ortalıkta sıcak bir hava dalgası kılığına bürünmüş bir sakinlik geziniyor; gittikçe mahkûmların bedenlerine, akıllarına, dillerine yapışıp ruhlarını emen. Sizin izlediğiniz filmler gözlerinizi bozduğu gibi aklınızı da bozmuş olmalı! Bilir misiniz, en dehşetli belalar tekin olmayan çıkmaz sokaklarda değil, günlük güneşlik sayfiye yerlerin göbeğinde saklanır çoğu zaman. Onların etrafında her gün dolaşırsınız; sabah işe giderken, akşam eve dönerken, gece olunca ve şafak vaktinde yanlarından geçersiniz. Alıştığınız için kör olursunuz, hava hep güzeldir oralarda, gökyüzü berrak ve temiz, meyveler pek lezzetli, su soğuktur. İşte bundan daha büyük kölelik olur mu? Tüm bu zevk kaynaklarının sizi kendilerine bağladığı kadar hangi pis lağım, tecrit, bulaşıcı hastalık size musallat olabilir, bir düşünün. Şu dışarıda şakıyan bülbül, kapısı açık fırın, dirseğinizi dayadığınız koltuk, soluduğunuz hava sizi, beni, hepimizi kendi içine hapsediyor, görmüyor musunuz aziz kardeşim! Şu sakinlik dalgasının görünmez kalkanının ardında hepsi acı çığlıklar atıyor.