Ustamdan gizli, dükkândan aşırdığım fotoğraf makinesini ve üçayak sehpayı yolun başına kurduğumda nasıl da heyecanlıydım. Son on gündür olduğu gibi o gün de sokağın başından aşağıya doğru yürüyeceğini biliyordum. Tıpkı, kalçalarının bir aşağı bir yukarı her deviniminde, kasabanın tüm erkeklerinin, takındıkları ciddi yüz ifadelerinin ardında yüreklerinin nasıl da hopladığını bildiğim gibi…Sen her ne kadar kimselerle göz göze gelmek istemesen de, o güzel yüzünde eriyip yok olan sert bakışlarını kaldırımlara mıhlasan da, dans eder gibi salınan eteklerindeki tezada bakıp iç geçirdiklerini bildiğim gibi…
Küçük çocuğunla kasabaya gelip yerleştiğin ilk günden bu yana sokaklarda, kahvelerde, kaldırım köşelerinde aylaklık etmeye bayılan erkekler arasında güzelliğinden başka bir şey konuşulmaz olmuştu.
Foto Kali’deki ustam Agop gibi her daim mahcup ve karısının ağzının içine bakan erkeklerden tut da, etleri tirit gibi sallanan dedelere dek herkesin ağzında sana düzülen methiyeler vardı:
“Bu kasaba böyle kadın görmedi.”
“Saçlarını ensesinde topladı mı, o mermer gibi boynu nasıl da açığa çıkıyor. Tablo sanki… Sadece bu manzaraya karşı bir 70lik içilir.”
“Ahu gözlerinin önünden, o saçlarını bir çekişi, rüzgâra karşı savuruşu var ki dünyalara bedel…”
Bu gibi sözler, daha şairaneleri, daha kibarları ve çoğunlukla daha açık seçikleri sık sık kulaklarıma çalınır olmuştu.
Belki bilirsin; erkekliğe henüz yeni adım atan delikanlıların kulakları kadınlar üzerine, özellikle de güzelliklerine yönelik övgülere hassastır. Ben de bunca hayranlığa sebep olup, kasabayı kendine meftun eden Roza kimmiş, büyük bir merak içine düşmüştüm işte. Geldiğinin beşinci günü, fotoğraf teslim edeceğim bahanesiyle ustamdan önce fırlayıp sokağın başında yerimi alıp gizlenmiş, seni beklemiştim.
Herkes, kocan öldüğünden ve bir sahip çıkanının da olmamasının verdiği cesaretle, gözlerini üzerine yapıştırmaktan geri kalmaz iken, ben seni izlediğim köşeye daha da büzülmüştüm. Yüzüme aniden al bastığını, ter içinde kaldığımı ve sanki kalbimden kasıklarıma dek vücudumun felç geçirir gibi bir an için hissiz kaldığını birileri baksa o sivilceli suratımdan anlayıverecek diye korkmuş, çok utanmıştım.
Sonraki günler boyunca senden başka bir şey düşünemez olmuştum. Senin gibi bir kadını elde etmeyi bir kenara bırak, konuşmamızın ya da sana dokunmanın bile mümkün olmayacağını biliyordum. Asla basit olmayan, sen saklamak istesen de bedeninden fışkıran öylesine muazzam bir albenin vardı ki, hayalini kurmaya bile cüret edemiyordum. Uyku uyumadığım bir gecenin sonunda, kararımı vermiştim. Ustamın beni kovması pahasına da olsa bir fotoğrafını çekecektim. Varlığını gece gündüz yanımda hissedebilmenin tek yoluydu bu.
Bu kararımı izleyen iki gün, makineyi ve üçayağı alıp götürmek için kendimi cesaretlendirmekle geçti. Fotoğrafını çekeceğim fikri aklıma düştüğünde, elim ayağım karışıyor, titriyordum. Bir keresinde tam sehpayı kucaklamıştım ki, öğle yemeğinden erken dönen ustamın kapıyı açması ile çanın sesini duyuşum ve altımı ıslatışım aynı ana denk geldi. Korku ve heyecan, harekete geçmemi belki günlerce erteleyebilirdi ama cüretkâr bakışlı erkeklerden birkaçının, gece içip içip kapına dayandıkları haberini duyduğumda, elimi çabuk tutmam gerektiğini anlamıştım. Apar topar buralardan gitmenden korkuyordum.
O gün Agop Ustam öğle yemeğine eve gittiğinde dükkâna dönecek ve ardından sokağın başındaki yerini alacaktı. O, köşeyi döner dönmez eşyaları yüklendim, müşterileri geri döndürmek ve ustam geldiğinde dükkânı kapalı bulması, beni de kovması pahasına kapıyı kilitledim. Köşedeki yerimi aldım. Fazla beklememe gerek kalmadan fısıltılar uğultulara ve ardından kâti bir sessizliğe dönüştüğünde, kafaların aynı yöne çevrilmesinden, deklanşöre basmama saniyeler kaldığını anlamıştım. Yine olanca zarafetinle geliyordun işte. Omzuna attığın şalın, sade siyah elbisen ve onu tamamlayan topuksuz sandaletlerinle kendini her zamankinden daha fazla saklamaya çalışsan da bunun imkânsız olduğunu biliyor gibiydin. Bu yüzden adımlarını hızlandırmış, kimseyle göz göze gelmeden yolun sonunu etmeye çalışıyordun. Tam köşeyi döndüğün an, seni en net görebildiğim andı. Tek bir şansım vardı. Derin nefesler alarak ellerimdeki titremeye hâkim olmaya çalıştım. Örtünün altında bekledim, bekledim ve çat!
Ustam dönmeden, güzelliğinin etkisinden o da sıyrılmadan geri dönmeliydim. Koşarak yolları arşınladım. Ondan erken vardım. Hemen banyo odasına girdim. Fotoğrafını askıya astığım anda ustamın, müşterilere ve en çok da karısına karşı kullandığı o incecik kibar sesinin aksine bir çağlayan gibi gürleyerek bana doğru geldiğini işittim. Korku ve mahcubiyetle karışık odadan çıktım. Henüz netleşmeye başlayan görüntünü inceleyememiştim. Kulağımda bir anda acı tokadı patladı. Bugün bile ağır işitmem de o andan yadigâr kaldı. “Neredeydin?” sorusuna hiç cevap vermiyordum. Ustam birkaç kez daha vurdu. Sonra durdu, soluklandı ve “Aferin ulan.” dedi. Neler olup bittiğini anlamamıştım. Yediğim tokadın sebebini biliyordum da aferin nereden çıkmıştı hiçbir fikrim yoktu. Ertesi sabah erkenden geldiğimde kapı kilitliydi. Dükkânı açtım, hemen fotoğrafların yanına gittim. Tüm güzelliğinle yakalamıştım seni. Ne kadar süreyle dalıp gittiğimi bilemiyorum ama sonra karedeki öteki insanlara da bakmak geldi aklıma. Arkada duvara yaslanmış, kısa boyu ve dev bir su damlası şeklindeki iri göbeği ve bozuk para büyüklüğünde tel çerçeveli yuvarlak gözlükleri ile tanımamam imkânsız olan ustam duruyordu. Gözlerini dikmiş, bana bakıyordu. Yüzünde ne olduğu belirsiz bir ifade… Bir ürperti vücudumu yokladı. Dükkânda heyecanla bir volta attım. Saat 11’e gelirken kapıdaki çanın sesini duydum. Beni görünce gülümsedi. “Erkek adam olacaksın. Cesaretini de, ağzına mukayyet olmanı da takdir ettim evlat. O fotoğrafı çok istediğini biliyorum ama onu yok etmemiz gerekecek. İçerisinde bulunduğum bir resmin elinin altında olmasına izin veremem. Görürse, Maryan bana neler eder tahmin bile edemezsin.” dedi. Affedilmenin sevincini ve seni çabuk kaybetmenin hayal kırıklığını aynı anda yaşıyordum. Karanlık odaya girdim, tek kare fotoğraftan gözümü ayırmadan, aklıma kazımaya çalışarak, en yavaş halimle, yarattığım 15 adımlık bir merasimle güzelliğini ustama teslim ettim. O da şöyle göz ucuyla bakmadan edemedi ama hemen ardından hızla ufacık parçalara ayırdı seni. Buruk bir sevince bulanmış hüzün üstüme yapışmıştı sanki. Başım önde, öylece dikiliyordum, senden geriye kalan, yerdeki minik kâğıt parçalarına bakarak. Tam o anda çan tekrar çaldı. Kapıya döndük. Karşımızda duruyordun.
“Bir vesikalık istiyorum lütfen. Acele…” dedin.
Ustamla birbirimize baktık, konuşmadık. Göz kırptı. Sonra dudakları arasından bana doğru gözlerinde muzip bir gülüş ile mırıldandı: “Ne şanslı veletsin bre…”