“Boğulan bir çığlık mı var zindan duvarları ardında
Kimse duymasa bile bizim duyacağımızı görsün”
Kemal Özer, “Sevdalı Buluşma”
Uzun koridorlarla birbirine tutunan, basık tavanın altında yürürken aklına okuduğu yatılı okul geldi. Arada bir mekânların havasını birbirine benzetirdi. Duvarların rengi, üst üste konmuş numaralı masalar, sandalyeler, demir parmaklıklı pencereler, eski hastaneleri andıran zemin… En çok da dışarıdaki hava içini burkmuştu. Uzun bir bozkır, uzaklarda bir yerlerde soluk bir maviyle buluşuyordu. Sararmış otlar, bahar hiç gelmeyecek, tekrar yeşermeyecek gibi sessizdi. Bu sessizlik, tüylerini ürpertiyor, kimsesizliğini yüzüne vurup duruyordu.
Geçmişin gölgesi altında yürüdü uzun koridoru, pembe boyalı kapıdan geçip kuyruğa girdi. Belgelerini teslim edenler, soldaki demir kapıdan çıkıp kayboluyordu. Memur, sıradaki deyince elindeki kimlik fotokopisini ve ikametgâh belgesini kimliğiyle birlikte uzattı.
“Kaçıncı koğuşta kalıyor?”
“Bilmiyorum.”
“İlk defa mı geliyorsun?”
“Evet.”
Memur, elindeki bilgileri bilgisayara girdikten sonra başını kaldırıp Zehra’ya baktı.
“Soldaki makineye gözlerinizi okutun.”
Gözlerinin etrafındaki çember yeşile döndüğünde, dolmuşta taşmak için bekleyen yağmur bulutlarına benzetti onları.
“Tamam gidebilirsiniz, soldan devam edin.”
Memurun gösterdiği kapıdan geçerek, hızlı adımlarla çıktı merdivenleri. Demir kapıyı tıklattı. Asker, açtı kapıyı. Baştan aşağı şöyle bir süzdü Zehra’yı.
“Hızmanızı çıkarıp dışarıdaki ağacın altına koyun. Üstünüzde başka takı varsa onları da bırakın.”
Hızmasını çıkarmak için geri döndü, ama ağacı göremedi, götürüp duvarın dibinde yeşermiş bir tutam otun atasına bırakıp geri döndü.
Bir kaç dakika yürüdükten sonra tekrar bir kapıdan geçti. Karşısında bir x-ray cihazı, cihazın yanında sepetler, lacivert giysili gardiyanlar vardı. Saatine baktı, on biri beş geçiyordu. Beş dakika gecikmişti. Hızlıca geçmeye yeltendiğinde, gardiyan tok bir sesle uyardı.
“Dur bakalım öyle geçemezsin. Şöyle arkaya git, tahta zemine basma, önce ayakkabılarını çıkar.”
Çıkardı ayakkabılarını, kötü bir şey yapmış gibi mahçup olmuştu.
“Şimdi ayakkabılarını oradaki kırmızı sepete koy.”
Denileni yaptıktan sonra tekrar geçmek istedi, gardiyan yine uyardı.
“Bekle geçme, şimdi de üstündeki montu, atkıyı çıkar.”
Onları da çıkarıp sepete yerleştirdi. Hırkanı da çıkar, dedi gardiyan. Hırkasını da çıkardı.
“Şimdi geçebilirsin.”
Cihaz ötünce Gardiyan, daha yavaş geçmesini söyledi. Tekrar geçti, ama hâlâ ötüyordu.
“İç çamaşırında metal var mı?”
“Evet”
“Al bu kazağı, iç çamaşırını çıkarıp içine koy ve tekrar gel, dışardaki kabinde çıkarabilirsin.”
Kazağı alıp dışarı çıktı. Südyenini çıkarıp kazağa sardı ve geri döndü. Cihazı geçti, yerdeki elbiselerini almak için eğildi. Başını kaldırdığında, memelerine bakan gardiyanlarla göz göze geldi. Utanması mı gerekiyordu südyensiz memelerinden, acıyarak baktı adamların yüzüne. Kadın gardiyanın kendisini götürdüğü odada üstü arandı, südyenini giyip çıktı. Gözlerini cihaza okutup dönen kapıdan geçti. Uzun bir koridordan daha geçerek, görevli gardiyanın yanına gitti. Elindeki kağıdı uzattı.
“Beni takip et.” Dedi öteki gardiyan.
Uzun koridorlardan, kapıların ardından açılan kapılardan geçti ve gardiyanın gösterdiği odanın önünde durdu. Kapıyı açıp içeri girdi. Arka arkaya sıralı dört demir masanın ilkinde oturan adamın yanındaki koltuk değneklerini görünce tanıdı. Aslı, babasının sakat olduğunu söylemişti.
“Merhaba Ahmet abi! Ben Zehra, Aslı’nın arkadaşıyım.”
Adam’ın yüzü neşeyle doldu. Koltuk değneklerini kavradığı gibi ayağa kaltı. Önce Ahmet Abi’yle ardından odadaki altı kişiyle tek tek tokalaştı Zehra.
“Biz, arka masaya geçelim.” dedi Ahmet Abi. Geçip en arkadaki masaya oturdular.
“Kızım gelecekti ama gelmedi.” dedi kırık bir sesle.
“Evet, çalıştığı yerden izin alamadı. O yüzden ben geldim.”
“Olsun, sen de benim kızım sayılırsın, hoş geldin.”
Ahmet Abi için bir ziyaretçinin ne demek olduğunu, yüzüne yayılan sevinci görünce anlamıştı. Demek bu yüzden Aslı, babasının tek bir görüşünü dahi kaçırmak istemiyordu. Kendisi gidemese de Zehra’ya gitmesi için bu denli ısrar ettiğini de öylece bir gülümsemeyle anlamıştı. Bir kaç dakika içerisinde tanışıp kaynaştılar. Zehra, bir ihtiyacı olup olmadığını sordu.
“Geçen gün, koltuk değneğim kırıldı.” dedi Ahmet Abi, mahçup gözlerini duvara dayadığı koltuk değneklerine çevirerek.
“Tamam Ahmet abi, sen merak etme yenisini göndeririz.”
“İki bin de açlık grevinden sonra sakat kaldım, sol gözümde de görme kaybı var. Bir de unutuyorum, unutkanlık var.”
Mavi gözlerini, demirlenmiş pencereye çevirerek bıyık altından bir şeyler mırıldandı.
“Korsakof.”
Zehra, üzülmüştü, “Korsakof musun?” dedi.
“Evet.”
Bir iki saniyelik bir sessizlikten sonra Ahmet Abi, tekrar konuşmaya başladı. Sürekli ne kadar iyi olduğundan bahsediyordu. Tek üzüntüsü, kızına babalık yapamamış olmasıydı. Yirmi dört yılını duvarlar arasında geçirmek zor gelmiyordu da, kızının kimsesiz büyümesi ağrına gidiyordu. Sohbet ortasında söyleyeceği şeyi unuttuğunda soluna dönüyor, demirlenmiş pencerelere bakıyor ve kısık sesle “korsakof” diyordu. Sonra yeniden Zehra’ya dönüp neşeyle sohbete devam ediyordu.
Zehra, kolundaki saate baktı, kırk beş dakika su gibi akıp gitmişti.
“Ahmet Abi, koltuk değneğinden başka bir ihtiyacın var mı?”
“Saatim kırıldı, geçen düştüğümde, Aslı’nın parası varsa alsın ama yoksa hiç söyleme olur mu?”
“Aslı’nın parası yoksa ben alırım, dert ettiğin şeye bak. Nasıl bir şey istediğini tarif etsen yeterli.”
Sağ elini bileğine götürerek mavi gözlerini eğdi, parmaklarını boş bileğinde dolaştırarak tarif etmeye başladı.
“Kordonları demir olsun, dijital olmasın…” bir şeyler daha söyleyecekken durdu, yüzünü cama çevirerek yeniden kısık bir sesle, “korsakof” diye mırıldandı. Gözlerini yeniden bileğinde dolaştırdığı parmaklarına çevirdi, işaret ve başparmağını birleştirerek, “çerçevesi bu kadar olsun,” dedi.
Zehra’nın yüreği, saçları dört duvar arasında kırlaşmış Ahmet Abi’nin ne kederini ne de umudunu kaldıracak kadar cesur değildi, ama birikip gelen gözyaşlarını her seferinde gerisin geri göndermeyi becermişti.
“Bir de birazcık ince boncuk alırsanız, size boncuktan cüzdan yaparım.”
“Alırız tabi.”
Ahmet Abi yeniden cama doğru çevirdi gözlerini.
“Korsakof”
Işıl ışıl gülen mavi gözlerini Zehra’ya çevirdi, ne diyeceğini hatırlamıştı.
“Bu ay çok mektup yazdık, burada pulun tanesi yedi lira, bir de elinde varsa, Aslı biraz da para yollayabilirse iyi olur.”
“Elbette yollarız, sen para meselesini merak etme.”
Demir kapı, büyük bir gürültüyle açıldı, gardiyan sürenin bittiğini söyleyerek ziyaretçilerin dışarı çıkmasını istedi. Zehra, Ahmet Abi’ye sıkıca sarıldı, vedalaştılar. Ziyaretçiler sağ kapıdan, iki mahkûmsa sol kapıdan çıktılar. Kapılar kapandı ve konuşulanlar boş odanın duvarlarına sinip kaldı. Zehra, yeniden uzun koridorları geçti ve kendisini ziyaretçi odasına götüren iki gardiyanın olduğu koridora çıktı. Her yerde tablolar, tahtadan gemiler, yan yana dizilmiş bileklikler, boncuktan cüzdanlar vardı. Kendini bir sanat galerisinde gibi hissetmişti. Ziyaretçiler, tek tek hediyelerin üzerindeki isimlere bakarak kendilerine ait olanı bulup alıyor ve sevinçle uzaklaşıyorlardı. Zehra, tablolara bakarak ilerledi. Öyle çok mavi tablo vardı ki her yer masmavi olmuştu. Ahmet Abi’nin yanında tuttuğu gözyaşları, hapishane koridorlarını dolduran maviyi görünce, incecik süzülmüştü.
Ağır ağır ilerledi diğer ziyaretçilerle birlikte. Dışarı çıktığında içini bunaltan havayı değişmiş buldu. Kendisinden önce gidenler ıssız bir yaz havasına yeşil tomurcuklar dökmüş, kimsesizliği sarınan hava birdenbire kaybolmuştu. Eğilip tek tek toplamak istedi tomurcukları ama sonra vazgeçti. Bir daha gelirse eğer, bu avluyu çiçek bahçesi gibi görebilirdi. Tomurcukları ezmemeye dikkat ederek çıktı hapishaneden.
Ziyaretçiler, hapishane girişindeki minübüs durağında beklerken, içerden sesler yükselmeye başladı. Mahkûmlar, hep bir ağızdan bir şeyler söylüyorlardı ama Zehra, ne söylediklerini anlayamıyordu. Dönüp durakta bekleyen insanlara baktı. Yüzlerindeki yorgunluk yerini mavi bir tebessüme bırakmıştı, Zehra’nın yüreğiyse bir yandan eziliyor öte yandansa ılık ılık esiyordu.