Balkona çıkıp kahvaltı masasına oturduğumda, aklımdan geçen tek şey, hayatta her şeyin kendini tekrarlamasıydı. Hatta, benim her sabah her şeyin tekrarladığını düşünmem de bir tekrardı. Bu paradoks daha fazla büyüyemiyordu. Burada, bu yazlıkta tıkılıp kalmıştım. Her sabah kalkılır, masaya oturulur, bardağa çay doldurulur, kahvaltı eşliğinde kıyıya vuran dalgalar izlenir, yüzülür, büyükler sütlü, küçükler karışık dondurma yer, akşam da aile arası okey partileri yapılıp, tercihen soğuk Çamlıca Gazozu olsa dahi kesmez, eniştenin soğuk esprileriyle serinlenilirdi. Burası bu kadardı. Bu sahil kasabasının kendine has bir tadı, bir iç ritmi vardı elbette ama beni bir türlü içine alamıyordu o standart duygu trafiği. Ya buranın rüzgarı beni böyle pasif agresyona itiyordu, ya da senden haber alamadığım her dakika, benim yalnızlık katsayım artıyordu. Burayı, bu yazlığı insanlar tercih ediyorlardı, çünkü kalabalıklardı. Çünkü ne kadar kalabalık olurlarsa, o kadar fazla eğlenebilirlerdi burada. Burada dalgaların senkronu ablama huzur veriyordu çünkü eşi hemen yanı başındaki şezlongta parmak arası terliğine yapışan ıslak kumları şemsiyenin direğine vura vura temizliyordu. Buranın sıcak kumu anneme şifa oluyordu, çünkü evlatları, torunu, tombalağı etrafında güle oynaya koşturup, ona önce iç huzur sağlıyorlardı. Oysa bana oldukça sinir bozucu geliyordu buranın bu yalancı izolasyonu. Hayattan zevk alamıyordum burada. Her gece iskelenin ucuna gelip, bedenimi bir künk gibi denize bırakma düşüncesini, denizle saatlerce tartışıyorduk. Denizle iki ortak yanımız varmış, dertleştikçe anladık birbirimizi. Birinci ortak yanımız onu da ben gibi yavaş yavaş doldurup, taşmaya zorluyorlarmış. İkincisi ise, hemen hemen aynı derinlikte olmamız.
“Bu derinliğe rağmen” mi, yoksa “tam da bu derinlik yüzünden” mi demeliyim henüz çözemedim ama onun da içine atıp, öğütüp, çözemediği şeyler vardı, benimde.
Onunki çokça plastik şişeyken, benimki hepten sensizlikti…