Edebiyat ile tanışmanız nereye dayanıyor? Hangi yıllara?
İlkokul zamanımda ‘’İki Yıl Okul Tatili’’ kitabını okumayı severdim. En sevdiğim kitap oydu, etkileyici gelirdi. Daha sonra lise döneminde şiir yazmaya ve okul dergisinde yayımlamaya başladım. Zaman ilerledikçe yarışmalara katıldım, dergilere gönderdim fakat şiirlerim hiçbir yerde yayınlanmadı. Üniversiteye kadar böyle devam etti ve kendime dedim ki şiir yazamıyorsam bile Türk Edebiyatının bana ihtiyacı var. Ben de kafamdaki öyküleri yazmaya karar verdim. Hukuk Fakültesi’nde dersler oldukça ağırdı, derste uyumamak için kitap okurdum.
Bu süreçte öyküler biriktirdim. “10 Hikâye 10 Ölüm” diye bir dosya hazırlamayı düşlüyordum. Öykülerin hepsinin sonu ölümle bitecekti. İnsanlar ölüme en uzak oldukları zamanda nedense ölümü daha çok düşünüyorlar ve zaman ilerleyip ölüm onlara yaklaştıkça bu düşünce de onlardan uzaklaşıyor. Bunları deftere yazdım ama hiçbirini tamamlayamadım. Üniversite bitti, askere gittim geldim. Daha sonra bilgisayar aldım ve notlarımı düzenleyip yazdım.
İlk dosyamı 2000 yılında oluşturdum. Gendaş’a gönderdim. O zamanlar Gendaş çok önemli bir yayıneviydi. Tabii dosyamı gönderdiğimde yayınlanmış bir şeyim yoktu ve pek ümidim de yoktu, ama onlardan yayınlayabiliriz gibi olumlu bir cevap alınca havalara uçtum. Tam sevinmişken maalesef sevincim kursağımda kaldı, araya ekonomik kriz girdi.
Gendaş ayda 6-8 kitap basarken kriz yüzünden 1-2 kitaba indi. Yine de basabiliriz ama beklemeniz lazım dediler. O zaman anladım, bu iş göründüğü kadar kolay değildi. Uzunca bir süre geçti, bu süreçte kendime küstüm, barıştım derken başka yerlere de gönderdim. Kabul ettiler ama yine beklemem gerekecekti. Dosyamı değiştirdim, öyküleri değiştirdim ama sonuç aynıydı. Bu kadar güzel kitap varken yazmama gerek yok diye düşündüğüm de çok oldu. Oldukça zor bir süreçti. Senelerce uğraştıktan sonra son bir defa denemek istedim. Çeşitli yerlere gönderdim. Aya Kitap’tan olumlu cevap aldım ama inanmadım. Kitabın pdf’ini gönderdiler, çok şükür daha önce de pdf görmüş insandım, yine inanmadım. Basım tarihi verdiklerinde bile hâlâ inanmıyordum. Tam fuar dönemindeydik. Arkadaşım fuara gidip fotoğrafını çekti, bana gönderdi. Ancak o zaman ikna oldum. 1 hafta sonra fuarda imza günüm oldu. Ortalık yıkılmadı, elbette –eş dost dışında– kimse gelmedi, kimse tanımıyordu sonuçta. Ama kitabım çıkmıştı ve rüyam gerçek olmuştu.
Çocuk kitapları da yazıyorsunuz, aslında birbirine çok uzak alanlar. Nasıl karar verip aynı zamanda çocuk kitapları da yazdınız?
Çocuk kitaplarıma gelecek olursak… kızıma her gece kitap okuyordum ama bir süre sonra kitaplarımız bitti ve kızımla birlikte uydurmaya başladık. Kahramanı kim olsun? Nerede geçsin? Nasıl bir macera olsun?… Bunlar kızımın daha çok hoşuna gitmeye başladı ve basılı kitapları okumamdansa birlikte uydurmamızı tercih eder oldu. Böyle böyle çocuk kitabı düşüncesi oluştu. Bundaki amacım, çocuklara doğa sevgisi aşılamak ve büyük dâhil herkesi iyi ve kötü yanlarıyla, hatalarıyla ve iyilikleriyle göstermekti. Sonuçta gerçek hayatta böyle. Ayrıca araştırmalar yaptım, anlattığım konuyla ilgili bilgiler edindim. Bunları ders kitabı gibi alt alta yazmaktansa bir macera içinde eritmek istedim. Yazdıklarımın ne kadar doğru olduğunu anlamak içinse çocuklara okudum, öğretmen arkadaşlarıma gösterdim ve onların tepkilerine, cevaplarına göre düzeltmeler yaptım.
Mekân kavramı yazarken sizin için ne kadar önemli? Özel ortamlar arıyor musunuz yoksa “Nerede olsa yazarım” mı önemlidir?
Benim için mekânın önemi yok ancak gürültülü yerlerde yazabiliyorum da diyemem. Sessiz ortamı tercih ederim. Bu nedenle sabahları 5-6 gibi kalkıp yazmayı seviyorum. Neskafemle ufak bir kek ritüelim, salondaki yemek masası da en ideal ortamım.
Edebiyat ve felsefenin buluşması kaçınılmaz mıdır?
Yani ikisinin birbiriyle iç içe olması güzel oluyor. Edebiyatın içinde düşünce ve felsefe vardır. Ama bu düşüncenin, felsefenin göze batarcasına olmasını tercih etmiyorum. Metnin içinde yayılmış bir şekilde olunca tadından yenmiyor. İyi bir edebiyat eseri zaten içinde bunu barındırır. Edebiyatın bir derdi vardır ve anlatır.
Akılsız Sokrates kitabının hazırlanış süreci nasıl oldu? Ne kadar sürdü? Neler yaptınız süreç içerisinde?
Akılsız Sokrates aslında yazdığım romanın –Emanetimdeki Hayatlar’ın– içinde yer alacaktı. Kurgunun içinde önemli bir yeri vardı. 15 sene kadar kafamda dolaşan bir öyküydü. Romanıma ekledim ama nedense içime sinmedi. Belki de ben olduramadım ve çıkardım. Bu sefer novella olarak düşündüm, 40 sayfa kadar yazdım. Ama ileri gidemedim. Doğru gitmeyen bir şeyler vardı, rahat edemedim ve ikiye böldüm; Akılsız Sokrates ve Tektaş olarak. Kitabın farklı yerlerine yerleştirdim ve ufak bir iki ipucu dışında da bağlantıya dair bilgi de vermedim. Aslında devam öyküsü gibi değil de, okurun bunları bağımsız öyküler olarak okumasını tercih ettim.
Akılsız Sokrates ismine bakıldığında bir bilge arıyor gözlerimiz. Kendini bulmaya çalışırken aslında kaybolan. Kayboldukça boğulan, asileşen hatta bazen şiddetlenen bir karakter çıkıyor karşımıza. Hayatımızda çok sevmeyeceğimiz bu karakter bir yerden yakalıyor ve kızacağımız noktalarda dahi kucak açmamıza sebep oluyor.
Ters köşe bir durum var ve bu oyunbazlık hoşuma gidiyor. Kitap ilk çıktığı zamanda bir kişisel gelişim sayfasında okunması gereken kitaplar yazısı altında yerini almıştı. Sokrates, evlat olsa sevilmez denilen ama gene de şeytan tüyü olan kendini sevdiren bir kerata.
Öykülerin bütününe baktığımızda ben anlatıcı. Neden ben anlatıcı?
Önceliğim anlatılan öykünün gerekliliği. Hangi anlatıcı öyküye iyi gelirse onunla anlatıyorum. Ama ben anlatıcı daha samimi geliyor, daha rahat bir anlatım oluyor, okura duygular daha doğrudan geçebiliyor. Daha çok hissetmekle ilgili gibi, ben işe yürüyerek gidip geliyorum ve o süreçte aklıma fikirler geliyor. Bunları kafamda uzun yıllar benimle birlikte gezdirdiğimden belki de ben anlatıcı bana daha iyi geliyor.
Beğendiğiniz öykücüler, şairler, romancılar diyeceğim ama Balık Atlası’nda birçok yazar ve kitaplardan bahsetmişsiniz. Yazar sevdiklerinden haberdar etmiş gibi… Son olarak Sait Faik’in kitabında oburluğu bırakıp doyuma ulaştığınızı söylemişsiniz. Kendi kitaplarınızda özeleştiri yapacak olsanız?
Sevdiğim yazarlara selam gönderdim aslında. Eski saat ustaları saatleri yaparken içine küçük bir mektup bırakırlarmış. Saat bozulup saatçiye götürüldüğünde içindeki mektup bir selam olarak görülürmüş. Ben de o şekilde görüp öykülerimde sevdiğim yazarlara selam göndermek istedim.
Oburluk meselesine gelince; Sait Faik’i iyi ki okumuşum ama orda söylenilen karakterin ağzından söylenilmiş bir şey. Yaklaşık 2 sene boyunca bir e-dergide editörlük yaptım. İyi öyküler geliyordu, kötü öyküler de. Ben kötü öykülerden nasıl yazmamam gerektiğini öğrendim. Bu benim kırılma noktamdı. Sait Faik’i tabii ki seviyorum, ruhumu doyuran bir yazar ama iyi yemeği anlamak için kötü yemeği de tatmak gerek.
Kitapla ilgili özeleştiriye gelecek olursak, ben içime sinmeyen bir şeyi okurla paylaşmam. Elimden gelenin en iyisini sunmaya çalışıyorum. Kitap bittikten sonra bence eleştiri okura kalması gereken bir şey. Geriye dönüp baktığımda, ilk kitabımda pek çok eleştirilebilecek yön buluyorum ama gene de iyi ki öyle yazmışım diyorum.
Balık Atlası’ndan söz etmişken ana karakterin hayat hikâyesini dinlerken aslında yan karaktere bağlanıp iki ayrı sonu olan tek bir hikâye göze çarpıyor. Çengel çubuklu adam çok konuşmasa da yaptığı her hamlede noktayı koyuyor. Aslında hikâyenin de gidişatı belirliyor. Kitaptaki birçok öyküde de yan karakterlere sıkıca bağlanabiliyoruz. Aynı öyküden devam etmek istiyorum. Okur okuduğu zaman balıklara birçok anlam yükleyebilir. Bilinçaltı hatırlatmaları, dibe çöküş, aynı keza çıkış, hayat ve deniz, yüzmek, boğulmak ya da karaya vurmak. Sizin için görevi neydi?
Dönüşselliği belirtmek amaçlı kullandım. Balıkların mevsimleri vardır, onlara göre yazdım. Mesela ton balığının mevsimi yoktur, yiyecek bir şey bulamayıp aç kalınca alır yeriz. Bunu dibe çöküş olarak gösterdim. Fakat esasen zamanı vermek için kullandım.
Öykülerde ki erkek karakterler genelde alt düzey memur, yalnız ve özellikle son sigara içiyor ya da sigarayı bırakmış oluşu, memur, öğretmen olan eşler göze çarpıyor. Unutmadan bir de kadınların dırdırcı oluşu. (Kanımıza dokunmadı değil. Yazar kendi hayatından korkularından sezdirmeler mi yapmış?
İnsan en iyi bildiği yerlerden anlatır. Tabii ki, hiç bilmediğiniz hayatları, yerleri, maceraları anlatabiliriniz ama özellikle karakter oluştururken tanıdığınız insanlardan parçalar alarak oluşturursanız daha sahici karakterler yaratabilirsiniz. Ben de bu insanların içinde yaşıyorum ve bu şekilde karakterlerimi oluşturuyorum. Bildiğin en iyi şeyi anlatmak daha verimli sonuçlar veriyor. Yani eğreti durmuyor, samimi geliyor. Dırdırcı kadınlara gelecek olursak… Aslında kadınlar dırdırcı erkekler fırfırcı değil tabii. Ama özellikle eşler bir süre sonra birbirlerini böyle görmeye başlıyorlar. Erkek karakterler de yalpalayan tipler. Ama kadın olsun erkek olsun öyküye uyum sağlamış karakterler. Hiçbir kadın veya adam ideal değil. Bunu yansıtmaya çalıştım. Öykülerimde gerçeği göstermeyi seviyorum.
Kitapta bunlar dışında durum öyküleri de yer almakta. Durum öyküleri bazı edebiyatçılar arasında tartışmaya sebep olabiliyor. Siz neler söylemek istersiniz?
Ben aslında hikâye anlatmayı seviyorum. Kendimi de hikâyeci olarak tanımlıyorum. İnsan, hikâyesiyle var. Öte yandan öykü neyi gerektiriyorsa ona göre yazılmalı; durum ya da olay. Durum öyküsü yazdığım ve çok keyif aldığım zamanlar da oluyor ama hikâye ve olay öyküsüne daha yakın duruyorum.
İçimize dokunan bir hikâye daha‘’ Okaliptüsün Ruhu’’ belki iyileştirmeye olan faydası belki bütün ağaçlardan daha fazla gövdesinde su bulundurması şairin intiharı yüreğimizi acıtıyor. Elbette sizinde yüreğinize dokunmuş, yazmaya değer görüp üzerine öykü yazmışsınız. Şair ile tanışmanız öyküyü yazmaya karar verdiğiniz nokta nedir?
Kostas Karyotakis’in hayat hikâyesinden ufak bir parça okumuştum. İntihar notuna denk gelmiştim. Bu beni çok etkilemişti. Aslında ölmek niyetinde değil ancak hayatın yüküyle ölüme yeniliyor. İlk okudum zamandan beri yüreğime dokunuyordu, yüreğimde oturuyordu. Neslihan Önderoğlu’nun bir projesi vardı, şairlerin ve yazarların son gününü kurgulayan öykülere dair. (Geri Dön Hayat – Notos Kitap) Bana da teklif etti, ilk başta sıcak bakmadım fakat sonra Kostas’ın notunu hatırladım ve yarım kalan hikâyesini benim tamamlamam gerektiğini düşündüm. Şairin 3 – 5 şiirini okuyabildim, zira Türkçeye çevrilmiş çok az şiiri vardı. Hakkında yazılanlar da sınırlıydı. Sonrasında yazarın hayatını çok da bilmek istemediğimi fark ettim. Kendi Kostas’ımı yazmak istedim ve günlerce düşündüm. Fotoğraflarına baktım, bol bol esmer sevgilisini düşündüm. İçime Kostas kaçtı diyebilirim. Ondan sonra oturdum yazdım. Uzunca bir süre de etkisinden kurtulamadım.
Dört mevsim. Mevsim geçişleri ile hayatında olan bitenin bağlanması oldukça hoş bir kurgu sağlamış.
Dört mevsimle zaman, farklı şehirlerle de mekân geçişlerini sağladım. Benim için özel öykülerden biridir. Yazarın iyi bir formül bulup sürekli bunun etrafında dönüp durmaması gerektiğine inanıyorum. Okumalı, düşünmeli ve denemeli… Başarılı ya da başarısız olabilir ama denemezse hep aynı öyküyü yazar. Ben, iyi ya da kötü olsa da farklı öyküler anlatmak istiyorum.
”Beyaz gelinlik” Kadın öyküleri, şiddet, tecavüz, meşrulaştırılmış evlilikler. Öyküyü okuduğumda her gün defalarca gördüğümüz, günlerce, aylarca hatta yıllarca etkisi altında kaldığımız bir acıyla tekrar karşılaşıyoruz ve bir utanç çarpıyor yüzümüze bir kez daha insanlığımızdan utanıyoruz, hatta yerin dibine girdiğimiz o noktaya geliyoruz.
Her kitabımda kadına şiddetin son bulmasını dileyerek, buna dair öykülere yer veriyorum. Şiddettin her türlüsüne karşıyım. Ama kadına karşı şiddeti bireysel sorun olarak üstünü kapatamayız, bu daha ziyade toplumsal bir sorun. Kitaplarımda da bunu işliyorum ama sosyal sorumluluk için değil de kendim rahatsız olduğum için yazıyorum. Beyaz Gelinlik, çok sert bir öykü. Bilerek sert yazdım. Umarım şiddete eğilimi olan insanlarda okur da biz ne yapıyoruz diyerek vazgeçerler.
”Bu bir rüyadır” Bir durum öyküsü karşılıyor bizi kısa ve net. Kurgusu etkileyici.
Bu Bir Rüyadır çok önceden yazmış olduğum bir öykü, kitapta olup olmaması konusunda da çok kararsız kaldım aslında. Kadına karşı şiddete, karşı duran bir öykü. Rüya olarak belirtmemin sebebi ülkede yaşananların kâbus hatta üzerimize çöken karabasan olmasından kaynaklanıyor. Ve şiddeti yapanlar da ne yazık ki genellikle en yakınımızdakiler.
”Kara Leke” Taylan’ın elindeki kara leke. Bir kez daha tekrar etmiş olacağım ama öyküde Taylan’ın hikâyesini dinlerken aslında annenin neler çektikleri ile bağ kuruyoruz o kadar tadında ve yerinde ki, ne ana karakterden kopuyoruz ne yan karakterleri savuruyoruz.
Askerde bir gece uykudan kaldırdılar, … gene kendini kesti dediler. Tuvalete ağlıyordu, yerler kan içindeydi, elinde jilet vardı. Yanına çöktüm. Sabaha kadar dinledim. Gün doğarken kanları ve sıkıntıları paspasladık. Bir gün yazacağımı biliyordum, kafamda 18 sene gezdirdikten sonra kurgulayarak ve değiştirerek, yazıya döktüm.
”Yedi Martı” Berkin Elvan. Yine toplumsal olaylar. Naif, ajite etmeden, ağdasız sözlerden uzak bir anlatım.
Yüreğimizi en acıtan olaylardan biriydi; bir annenin evladını ekmek almaya giderken hele de on beşindeyken kaybetmesi. Zaten duyarlı olan herkesin vicdanı sızladı. Berkin’i vuran polisin gözünden anlattım. Zaten çok iç acıtan bir olaydı ajite etmek değildi niyetim.
Yazmaya yeni başlayanlar, bir kitabım olsun diyenler için ne söylemek istersiniz?
Öncelikle çok okumak lazım. Okumadan yazar olunmuyor. Yazmaya başlarken öykünmekte de sakınca yok. Öykünmeden yazılmaz çünkü yazmayı tetikleyen unsurlar lazım. Belirli bir süre sonra zaten yazar kendi dilini oluşturuyor. Baktığınızda masalların bir formülü vardır, Propp bunu yıllar önce çözümlemiş. Formülü çözdüğünüz zaman bütün masallar birbirinin aynıdır. Bütün romanlar birbirinin aynısıdır, misal on tane konu vardır fakat herkes bunu farklı anlatır. Önemli olan burada kişinin nasıl yazdığıdır. Yani demem o ki biricik anlatmak, başkaları gibi anlatmamak. Sonrası yazmak, yazmak ve yazmak ama yeri geldiğinde yazdıklarınla vedalaşabilmek, vazgeçtiğin kadar da üstüne artı koyup devam etmek, yani pes etmemek.
Söyleşi : Zeynep Eşin