Akşamın huzur alan karartısında evsizler kadar yalnız, yalnızlar kadar soğuk; Kocaseyit Belediyesi’nin bankı. Oturdum. Biraz nemliydi ama aldırış etmedim. Böyle önemsiz şeylere takılmam. Bastığım yer tahtadan “gırç gırç”. Yağmurun ahşaplara verdiği taze ıslak kokunun burun deliklerimden soluk boruma, oradan da ciğerlerime olan yolculuğunu seviyorum. Evim de böyle koksa. Geçen yıllarda ara sıra aldığım bir dergide kokuların insan psikolojisindeki yerini anlatan bir yazı okumuştum. Takip ettiğim bir yazar “koku gönül gözünü açar” diyordu dergide. Hakikaten de öyle. Bazı kokular var ki beni duyusal âlemlere taşıyor. Unuttuğumu sandığım tenlere kuruluyorum. O birkaç saniye içinde anıları kokluyorum. Koku hala uçmadıysa, bir gülüşü, bakışı hatta dokunuşu kokluyorum. Eğer özlediğimse bu, bitmesin sürsün istiyorum. Burnumun direği sızlıyor, hem de gerçek manada. Burnumun direğinin hakikaten de sızım sızım sızladığını tecrübe ettiğimde yirmili yaşlardaydım. Biberiye ve sarımsak kokusu… Çıtır çıtır sıcak ekmek ve bahçeden yeni koparılmış ve ikiye bölünmüş salatalığın kokusu… İnsan üç yaşını hiç, beş yaşını da net hatırlayamaz. Ama o yaşların sana yaşattığı hisleri hatırlarsın. Ve kokuları. Kokudan yola çıkarak geçmişin hayalini bile kurarsın. Ben hep kendimi bir elimde ekmek, diğerinde salatalık; evin önüne oynamaya çıkmış sarışın yeşil gözlü küçük bir kız çocuğu olarak hayal ederim. Kapının önündeki mazgalın altından gelen havayla lacivert puantiyeli elbisesinin eteklerini uçuşturmaya çalışan, bununla da acayip eğlenen bir çocuk bu. Çalıştığımız iş yerine has kokuların da hayatımızı etkileyebileceğini de söylüyordu dergi. Benim çalıştığım yer plastik ve sıcak kâğıt kokuyor her daim. Ama bunu hayatıma etkisini henüz çözebilmiş değilim. Artık almıyorum zaten o dergiyi de. Adını duyurmak isteyen birçok yeni yetme yazarla dolup taşmıştı. Yazarların acemi oluşları sıkıntı değil de, kalemleri içe dönük, fazlaca buhranlı.
Zaten hâlihazırda var olan ruhsal sıkıntılarımı bir de böylesi yazılarla kabartmak istemedim işte. İnsanın sıkıntısı kendine yetiyor. Hembu hüzün bulaşıcı hastalık esasen.Kırk beş yaş üstü kadınların eklem yerlerinde baş gösteren, anlattıkça çoğalan, dinleyene bulaşan rahatsızlıklar gibi. Kadınların altın günleri de ilk olarak toplu bir romatizma seansı olarak başladı sanıyorum. Sonradan sonraya tok midelerine doldurdukları zeytinyağlı sarma dolmalar, kısırlar, karbonhidrat yığını ve daha birçok sayamadığım gıdalarla dolu bir masaya döndü bu toplantılar. Annem “ ben doktor değilim. Oram ağrıyor, buram ağrıyor demeyin bana” derdi. Şimdilerde pek demiyor. Ah saçının tek beyaz telini ilk gördüğümde yana yana ağladığım annem. Biz de önceleri herkes gibi sıradandık. O da hiç ağlamazdı. Hüzünlendiğinde gözleri yeşerirdi biraz; o kadar. Gerisi gelmez, hemen kuruyuverirdi. Şimdi anlıyorum, ağlamamak büyük servetmiş. Ağladığını ilk kez, şeker hastalığına tutulduğunuve hayatını o iki tip ilaca bağlı yaşayacağını öğrendiğinde görmüştüm. Babam: “kızım ben annenizi sakinleştiremiyorum. Yanına gidin de kucaklayın” demişti. Babamın bile elinden bir şey gelmediyse, o yaştaki bir yeni yetişene göre; görüntü değişiyor, belki de ekran hafif hafif kararıyor demekti bu.
Yağmurun ardında bıraktığı serin hava sırtımı ve kollarımı üşüttü. Yine annemi dinlemedim. Evden çıkarken aramıştı “ çıkarken yanına yünlü bir şeyler almayı unutma” demişti.
Ben de “ yün terletiyor daha beter oluyorum.” demiştim. Bu diyaloğu milyon kez yapıyoruz. Milyon kez pişman oluyorum. Annem bilir. Hep bu saatlerde burada otururum. İşten çıkınca eve gider, alelacele bir şeyler hazırlar, atıştırır; öyle gelirim buraya. Yemek seçmem. Seçebilmek gibi aşırılığımda olmadı hiç. Dişimin kesmesi kâfi. Annemin yaptıkları gibi olmuyor hiçbir şey. Annem ne zaman öğrenmişti yemek yapmayı, yapmak zorunda kalmayı? Öyle sanıyorum ki asla annem olamayacağım. Ömrüm boyunca hiçbir şeyi onungibi pişiremeyeceğim. Tat veremeyeceğim havaya suya toprağa. Bazen yer altımdan kayacak hatta yarılacak, en dipten etrafımdakileri sırtlayıp onun gibi çıkaramayacağım. Sadece kendim. Tırnaklarımı topraklara geçire geçire yukarı tırmanacağım. Kir pas toz içinde. Hamasetli ‘survivor’cıların arasına tek başıma girmeye hak kazanacağım. Belki. Metonya’ya hiçbir zaman gidemeyeceğim. Birisi bana: “hayatın boyunca Metonya’ya gidemeyeceksin” dese çok zoruma gider, büyük eksiklik diye hayıflanıp dururum. Sahi nereydi Metonya’nın başkenti? Koca yuvarlakta hangi yönde kalıyordu? Aldığınız nefes boyunca yapamayacağınızı öğrendiğiniz şeyler size de gülünç bir keder veriyor mu sevgili okurum?
Sokak lambalarına takıldı gözüm. Aydınlanalı bir saat olmuş, birbiri ardına sıralanmış üç sokak lambası vardı. Çaprazlarındaki başka bir tanesi dikkatimi çekti. Onlara hiç benzemiyordu bu. Benim gibi soğuğa gafil avlanıp kaçamayan pervaneler üşüşmüştü etrafına. Ölümüne kanat çırpıyorlardı. Kafa göz gövde. Hiç yorulmaz mı kanatları, ağrımaz mı yanları? Her şey herkes sussa. Bir o vuruşları duymak istedim. Mahşerin ortasında kalmışlar gibi. Dehşetle çırpınan kanatlarının seslerini duyabilmek için o an cüzdanımdaki paranın bir kısmını verebileceğimi düşündüm. Bir kısmı benim için fazla şey demekti. Çünkü ertesi gün emlakçıyla buluşmam vardı. Muhtemelen komisyonu hemen isteyecekti. Çok yalan söylüyor. Hızlı konuşmasından anlıyorum. Laf arasına laf sokuşturuyor habire. Yağlayıp ballıyor evleri; hiçbir şeye de benzemiyorlar. Kendine söyle, oturmaz. Akıllı birisi olmasaydım kanardım.Bu sefer göstereceği evi beğenebileceğimi söylemişti. Bu bakacağım beşinci evdi. Düşündüm, eğer beğenip tutmaya karar verirsem bir sene içinde değiştirdiğim üçüncü ev olacaktı.
Hardal renkli beş katlı bir binanın önünden geçmek üzereydim. Yine her zamanki gibi perdelerin arkalarında duran ışıklara baktım, içerdeki yaşam hareketlerini tahminde bulundum. Bunu yapabilmek için hususi olarak adımlarımı yavaşlattım. Çünkü hızla geçersem tam olarak göremezdim. Durup beklersem de pencereye veya balkona çıkacak biriyle göz göze gelme ihtimalim vardı. Bunu istemedim. Onların duymak isteyeceği mantıklı bir açıklamam yoktu elbette. Ev gözetleyici damgası bile yiyebilirdim. Oysakiperdesi açık odaların balkonlarından içeri bakarken masumane duygularım vardı. Hardal binanın zemininde bir balkonun kapısından oturma odası görünüyordu. İçerde oturanlar genç insanlardı. Çocuklardan bir tanesi yere uzanmış, elindeki lego parçalarını anlamlandırmaya çabalıyordu. Annesaçlarını arkadan topuz yapmış, elinde çay bardağı; muhtemelen günlük dizisine bakıyordu. Baba da kanepenin birine uzanmış, pazartesi yorgunluğunu atmaya çalışıyordu. Biraz daha yaklaşsam odadaki huzur kokusunu bile duyacağımı düşündüm. Hep bu evlerden birinde olmayı arzuladım. Belki çocuk, belki anne. Belki de üç koltuğun bile tıkış tıkış sığabildiği bu daracık odayı hafifçe aydınlatan duvar köşesinde uzun bacaklı bir abajur. Ya da o yaşadıkları dairede ben oturmayı istedim. Bundan sebep kısa sürede bu kadar ev değiştirmem. Ertesi gün emlakçının göstereceği evde oturma odasının dar olmasına dikkat edecektim demekki. Bana ve Fırfır’a küçük bir oturma odası yeterli. Zaten Fırfır’ın kendi evi var. Ev içinde ev. Ev üstüne ev. Olmaz derler. Elimin acısını hissettim tekrar. Sabah dükkâna bir üniversiteli gelmişti. (Üniversitenin hemen aşağısında çalışıyorum. Bir sene oldu ama gelenlerin hepsini tek tek yakındantanıyorum artık.) Sabahladığı gözlerinden belliydi. “Abla şunlardan iki tane.” Elindeki notları bana doğru uzattı. Emin olabilmek için sordum. Çünkü artık yanlış çekmeme kimsenin tahammülü ve zamanı yoktu. “Hepsinden mi ikişer tane?” Sonuç olarak eksik çekmiştim yine. Hatamı yüzüme vurmak istercesine kâğıdı elime uzatınca taze kâğıdın kenarı elimi fena kesmişti. Elim kâğıt kesiğine, kulağım makinanın ağır sesine alışalı tam üç yıl olmuş. Yine haklısın anne. Yıllar gerçekten de yine aceleci, yine saygısız.