“Gerçek kahraman, tek başına eğlenebilen kişidir.”
Baudelaire
Ot gibi yaşayan oğlumu; artık yüzünü göremeyecek şekilde bilgisayar oyunlarına ve akıllı telefona kaptırınca, aklıma kendi çocukluğum ve rahmetli babam geldi.
Düşünüyorum da acaba babamın yerinde olsam, benim gibi bir evladım olsun ister miydim? Yoksa hiç sesimi çıkarmaz, oğlumun bu durumuna razımı olurdum? Şimdi bu sorunun cevabını tam olarak veremiyorum. En iyisi ben anlatayım, siz karar vermekte bana yardımcı olun.
*
Henüz on bir yaşındaydım ve Baudelaire’nin kim olduğunu bilmiyordum. Ayrıca kahraman da değildim ama yaz tatili boyunca tek başıma eğlenmek zorundaydım.
Okullar kapanıp yaz tatili başlayınca, kasabın elinden kaçmış tosun gibi kendimi her gün sokağa atıyordum. Hiç arkadaşım yoktu. Olması da imkânsızdı. Çok geçimsizdim. Kimseyle anlaşamıyordum. Gücümün yettiği herkesi dövüyor, gücümün yetmediği herkes den de dayak yiyordum. Mahallenin istenmeyen çocuğuydum. Hiç arkadaşım olmadığı için kendimi eğlendirecek haylazlıklar peşimdeydim. Güne başlarken ilk iş olarak, Hatice teyzenin bahçesinden bir avuç olmuş veya olmamış çeşitli meyvelerden çalardım. Hatice teyze bahçesine gözü gibi bakardı. Benim bahçesine girip, meyvelerini çaldığımı biliyordu ama ispat edemiyordu. Çünküher gün aynı saatte TRT radyosunda yayınlanan piyes vaktini bekliyordum. Hatice teyze pür dikkat piyes dinlerken, ben aktif olduğum için suçüstü yakalayamıyordu. İnsanların zaafını bilmek, kötülere fırsat verir.
Meyveleri yemek için değil, arka sokaktaki zenginlerin villasını bekleyen Dobermanların kafalarına atmak için çalıyordum. Villanın duvarına tırmandığımda Dobermanlar beni aşağıda,mesir macunu kapmaya çalışan ahali gibibekliyor olurlardı. Çaldığım meyveleritek tek kafalarına atırdım. Ama aptal köpekler, hacıların hedef tahtası olmuş şeytan gibi öylece duvarın dibinde; “Daha yok mu?” der gibi hiç havlamadan bakarlardı.
Şeytan taşlama bitince belediye parkına giderdim. İllâki bankta miskin miskin oturan bir yaşlı teyze veya amca olurdu. Çaktırmadan bankın altına attığım torpilin patlamasını, kulaklarımın bekâretini koruyarak beklerdim. Kıçına tekme yemiş kedi gibi,kendilerinden beklenmeyen bir çeviklikle zıplamalarını zevkle izlerdim. Ve benim için hayatın günlük koşturması başlardı.
Peşimden havada uçarak bana yetişmeye çalışan;beddualar, küfür-kıyametler eşliğinde, son düzlüğe girmiş yarış atları gibi koşarak top sahasına girerdim. Top sahasında sadece futbol oynanmaz, bir kenarda miskette oynanırdı. Yerdeki misketleri kaparak sağlıklı yaşam koşuma, misket sahibi çocukları da ortak ederdim.Nefesim tükenmeye başladığında misketleri havaya atarak arkamdaki hayranlarımın takibinden kurtulur, ağırlığını atmış balon gibi Nirvana’ya yükselirdim.
Sonra deniz kenarına gider, banklara oturarak biraz dinlenirdim. Eğer denize giren varsa, kim olduklarına bakmadan kıyıda bıraktıkları elbiseleri tek tek denize atardım. Çocuklar telaşla elbiselerini denizden toplarlarken, benim deniz sefamda bitmiş olurdu.
Sıkılmaya başlayınca yeni yapılan asansörlü binaların oluşturduğu zengin muhitleri ziyaret ederdim. Asansöre binerek en üst kata çıkardım. Bu uzun tırmanış sırasında eğer çişim geldiyse asansörü WC olarak da kullanırdım.
Son katta asansörden inerek merdivenlerden aşağıya doğru yürürdüm. Kapıların önüne bırakılmış, depozito değeri açısından yüksek; süt, gazoz, bira ve su şişelerini toplayarak günlük nakit akışımı sağlardım. O zamanlar 3 litrelik galon dediğimiz su şişeleri vardı. Rahmetli Gürdal Tosun’a benzeyen bu tombul şişenin ağız kısmında kolay taşınması için, işaret parmağının sığabileceğibir hazne olurdu.Benim için taşıması zordu ama en çok para edeni de bu galonlardı. İki tane çıkarsa küçük bir servet sayar, diğer şişelere dönüp bakmazdım bile. Sonra Selahattin Amcanın tekel büfesine gider, şişeleri döviz gibi bozdururdum.
Karnım acıkıncaŞahin Bakkaldan yarım ekmeğin arasına kavurma ve eski kaşar, yanına da Ankara gazozu alırdım. Çocuklar arasında mahallenin en lüks öğlen yemeği buydu. Bir elimde yarım ekmek arası kavurma-kaşar, diğer elinde Ankara gazozuyla top sahasına giderdim. Oyunlarını bırakıp başımda hilal şeklinde toplanan çocuklara, işkenceyi uzun tutmak için elimdekileri mümkün olduğunca yavaş yerdim. Belki bir parça veririm umuduyla kargalar gibi başımda bekleşirlerdi.
Elimdekiler bitince beklentileri de bitiğinden, bana olan eski nefretleri katlanarak akıllarına gelmeye başlardı. Haliyle üzerimdeki ilgide azaldığından,hırsını almış tsunami dalgası gibi kovulmayı beklemeden sessizce top sahasından çeker giderdim. Bu arada mahalledeki çocuklar beni çok sıkıştırdılar ama parayı nereden bulduğumu asla öğrenemediler.
Yine böyle rutin geçen günlerden birinde, karnı doymuş dilenci gibi haylazlık peşinde koşarken,karşıma yel değirmeni gibi bizim okul binası çıktı. Hemen okulun arka tarafına dolandım. Etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra ayağımın dibinde durankumpirlik patates büyüklüğündeki taşı sağ avucuma aldım. Çenemle omuzumun arasına koydum. Olimpiyatlarda madalya için mücadele eden gülleciler misali, nizami şekilde atışımı yaptım. Benibile ürküten bir şangırtı koptu. Hemen duvarın dibindeki akşamsefalarının arasına saklandım. Yaptığım taciz atışına hiçbir karşılık gelmeyince, hasar tespiti için siperden çıktım.
Birinci kattaki sınıflardan birinin camını kırmıştım. Kırık camdan içeriye yılan gibi süzülerek kendi sınıfıma gittim. Elime bir tebeşir alarak kara tahtanın karşısına geçtim. Sınıfta ilk defa gönüllü olarak tahtaya kalkıyordum. Herhangi bir karışıklık olmaması için öğretmenimin adını özellikle altını çizerek, kendisi ve birinci dereceden akrabaları hakkındaki düşüncelerimi yazdım. Ayrıca öğretmenimin cinsel tercihini de ısrarla belirtim. Tahtayı gören öğretmenim herhalde, kafama vura vura bana okuma yazma öğrettiğinebin pişman olmuştur.
Hızımı alamayıp okulun idari kısmına geçtim. Müdür beyin odası kilitli değildi. Müdür beyde odasında değildi. Ama ben yine de saygısızlık etmemek için kapıyı çalarak içeriye girdim.Odanın içinde rengârenk balıkların sinirli sinirli volta attığı bir akvaryum vardı. İçime şeytan kaçmış gibiydim. Müdür beyin koltuğuna çıkarak akvaryumun seviyesini geldim. Akvaryumun kapağını açarak içine işemeye başlamıştım. Suyun rengi bulandıkça balıklarda bir telaş başladı. Sudaki bu ani değişikliğe çok şaşıran balıklar,balık olduklarını unutarak sudan dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Dışarıda hayat olmadığını anlayınca, tuş olmuş pehlivan gibi sırtüstü yüzerek beni protesto etmeye başladılar.
Eurovision Şarkı Yarışmasını kazanmış sanatçıgururuylaokuldan çıkarak kendime başka eğlence aramaya başladım. Karşıma Truva Atı gibi dev makaralar çıktı. Bölgenin elektrik alt yapısını bacağım kalınlığındaki kablolarla değiştiriyorlardı. Bu kabloların sarıldığı dev makaralar daha sonra toplanmak için bir kenara bırakılmıştı.
Makaralar neredeyse boyumun iki katıydı. Önce üzerine çıkmaya çalıştım, beceremeyince iterek hareket ettirmeye başladım. Araba gibi yönde verebiliyordum. Boş arazide epeyce tur attım. Ama kısa süre sonra dolap beygiri gibi olduğum yerde dolanmaktan sıkıldım. Aklıma biraz ilerdeki rampadan aşağıya yuvarlamak geldi.Havada hafiften kararmaya başlamıştı. Rampanın başına geldiğimde hiç düşünmeden makarayı koy verdim.
Makaranın kontrolü benden çıkınca olacakları seyretmeye başladım. Yoluş aşağı giden makara fizik kurallarının lafına uyarak hızlanmaya başladı. Gittikçe hızlanan makara, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi önüne çıkan her engeli aşıyordu. İlk defa yaptığım işin sonunun nereye varacağını merak etmeye başlamıştım.
Dev makara, tek araba için yapılmış üstü kapalı bir garajın kapısını kırdı vearabayla çiftleşiyormuş gibi üstüne çıkarak durdu. Antik çağdan kalma tapınağın ayakta kalabilmiş birkaç sütundan biri gibi öylece kala kalakaldım.
Etraftan gelen bağırış çağırış sesleriyle kâbus dolu rüyadan uyanmışçasına kendime geldim.Sanki Türk filmlerinin final sahnesi çekiliyormuş gibi, polislerde koşarak gelmişti. Beni alıp karakola götürdüler.
Çok şükür kimseye bir şey olmamıştı. Ama polislerin çıkardığı hasar tespit raporunda yazan rakamı; matematik dersinde bile görmemiştim.
Eve dönerken hasar tespit raporu da istenmeyen misafirmiş gibi bizimle beraber geldi. Karakolda yeterince mahcup olan babam bana hiçbir şey yapmadı. Ağzını açıp tek kelime de etmedi.
Ertesi gün annemin bileğinden iki bilezik eksildi. Zaten iki tane bileziği vardı. Artık annem mutfakta iş yaparken bileziklerinin şıngırtısını duyamıyordum. Evdeeksilen tek ses o değildi. Babam benimle konuşmaz olmuştu.
Bir hafta sonra korkudan dudaklarımda çıkan uçuklar geçti. Babam beni aldı ve oto sanayiye götürdü. Okullar açılana kadar yaklaşık iki ay oto sanayide kaportacı çırağı olarak çalıştım.
Bu olaydan sonra eski halimden eser kalmadı. Bambaşka bir insan olmuştum. Şimdi hâlâ görüştüğüm, beni seven sayan birçok çocukluk arkadaşım vardır.
Yıllar sonra Deniz Harp Okulundan mezun olunca, aldığım ilk Teğmen maaşımla anneme iki tane bilezik almıştım. Annem hâlâsaklar.
*
Şimdi karar verebildiniz mi? Hangimizi evlat olarak seçerdiniz? Beni mi? Oğlumu mu?