Füruğ 1935 yılında İran”ın Tahran kentinde, soğuk havanın yüzünü bütünüyle gösterdiği Ocak ayında, Albay bir babanın ve yarı asil bir annenin kızı olarak, isminin anlamı gibi ışık saçarak dünyaya gözlerini açtı. Dönemin erkek egemen toplumunda herkesi karşısına alma pahasına böylesine cesur davranacak bir kadının doğduğunu tahmin edemezdi kimse.
Babası Albay Ferruhzad baskıcı, otoriter ve müdahil kişiliğine rağmen eğitime oldukça önem veren bir adamdı. Albay vaktinin çoğunu evde bulunan geniş kütüphanesinde kitap okuyarak geçirirdi. Annesinin gösterdiği silik şefkate karşın, Füruğ’un hayatını etkileyecek önemli faktörlerin birincisi otoriter ve baskıcı babası olacaktı.
Füruğ, kanat açıp uçmak istediği, evinin kalelerinden kurtulmak istediği bir dönem; bu kaleleri yıkıp, uzaktan akrabaları olan, kendinden yaşça oldukça büyük Perviz Şarup ile evlenmeye karar verir. Yaş farkından dolayı ailesinin karşı çıkmasına rağmen aşık olduğunu ve evlenmek istediğini dile getir. Çaresiz aile Füruğ’un isteğini yerine getirir. 16 yaşındaki Füruğ 1954 yılında Perviz ile evlenir. Perviz’in işlerinden dolayı bundan sonra yaşayacakları yer Ahvaz olacaktır.
Evliliğinin ilk zamanlarını evden kurtulmuş olmanın sevinci ile geçirerek gerçeği fark edemese de, bir yıl sonra dünyaya gelen oğlu Kamyar’ın doğumuyla; evindekinden farklı bir mutsuzluğa ve huzursuzluğa yüreğini teslim eder. Yüreğinin tutsak olduğunu fark eder. Perviz Şapur ile aralarında hiçbir bağ yoktur. Perviz saygın ve iyi bir insan olarak bilinse de, Füruğ onun hayatında sadece bir nesnedir. İkisinin de birbirlerine karşı yürek çırpınışları yoktur ve Füruğ bunu daha fazla kaldıramaz. Evliliğinin üçüncü yılında hayatına yeni bir başlangıç yapmak isteyen Füruğ, Perviz’den ayrılır.
O, ölene dek oğluna hasret kalmış bir annedir. İran yasalarının Füruğ’un omuzlarına koyduğu en büyük yük… Füruğ’un aklını besleyip özgür tabiatını baskı altına almaya azimli bir babası, üzerine ikinci olarak gelen eşi Perviz ona dolaylı ve dolaysız katkıları da büyük olacaktır.
Baba evine dönen Füruğ’un 1955 yılında 44 şiir içeren ilk kitabı Esir yayınlanır. İlk şiiri olduğu söylenen “Günah” şiirinin yayınlanmasıyla bir kez daha değişecektir tüm hayatı.
“günah işledim hazla dolu bir günah
titreyen, mest eden bir beden yanında
ey Tanrım ne yaptım bilmiyorum ben
o sessiz ve karanlık inzivada
…
Günah işledim hazla dolu bir günah
sıcak, ateşli bir kucakta
günah işledim demirden
ateşli, öç peşinde kollar arasında”
Bu şiirle başkaldırıyor Füruğ Ferruhzad; babasına, eski kocasına, İran Şah Dönemi’ne, ataerkil otoriteye… Şiir çok büyük yankılara sebep olmuştur.
Bunun ardından Füruğ Almanya’daki kardeşi Feridun’un yanına gider. Münih’ten babasına bir mektup yazar;
“… Benim en büyük derdim sizin beni tanımamış olmanızdır; hiçbir zaman da tanımak istemediniz ve belki de hâlâ siz benim hakkımda düşündüğünüzde, beni uçarı, aşk romanları ve Tahran Müsavvar dergisinin öykülerinden dolayı kafasında aptalca düşünceler oluşan bir kadın olarak biliyorsunuz. Keşke öyle olsaydım ve mutlu olabilseydim. İşte o zaman dünya küçücük bir odacık olurdu ve ben, dans partilerine gitmekle, güzel ve şık elbiseler giymekle, komşu kadınlarla çene çalmakla, kaynana ile dalaşmakla ve kısacası pis ve anlamsız binlerce işle yetinirdim ve daha büyük ve daha güzel bir dünyayı tanımazdım; bir ipekböceği gibi kendi kozalamın sınırlı ve karanlık dünyasında kıvranarak büyürdüm ve hayatımı sona getirirdim. Fakat ben böyle yaşayamazdım. Ben kendimi bildiğim andan beri, benim başkaldırım ve isyanım bu aptalca görünüş ile başlamıştır. Ben büyük olmak istiyordum ve istiyorum. Ben, bir gün doğup ve bir gün bu dünyadan çekip giden ve arkalarında bu geliş ve gidişlerinden herhangi bir iz bırakmayan yüz binlerce insan gibi yaşayamam…”
Sene 1956’dır. 25 şiirden oluşan ikinci şiir kitabı Duvar da bu yıl yayınlanır. Orada kaldığı süre boyunca Almancaya ve Alman şiirine ilgi duyar. Almanca bilgisi bu şiirleri tam olarak anlamasına ve çevirmesine yetmese de, Feridun’un Almanca bilgisi ile kendisinin şiir bilgisini birleştirerek, sevdiği Alman şairlerin şiirlerinden bir güldeste oluşturmak ister. Feridun da bu konuda elinden geleni yapacaktır. Ama Füruğ’un ani bir karar sonrası Tahran’a dönüşüyle bu çalışma yarım kalır. Füruğ, İran’a döndüğünde kardeşi Feridun’a “Tozlu topraklı olsa da benim yerim Tahran sokakları” diye yazmıştır.
İnsanın ilerlemesinin önünde engel gördüğü tüm ideolojilere karşı duran kadın çıkıyordu. Furuğ’un şiire ve sanatçıya bakışında, aşırıya kaçmaksızın kendi değerlerine, geleneğine sahip çıkmak ama bu değerlerin ve geleneklerin değişmesi gerektiği durumlarda da ayak dirememek düşüncesi vardı. Bu nedenle gözü ve kalbi her zaman dış dünyaya açıktı. Ona göre, temel değerler denilebilecek kavramlar uğruna mücadele etmek gerekiyordu; belli noktaların politik arzuları doğrultusunda değil. Hem şiirlerinde hem de sinemayla ilgili çalışmalarında rahatlıkla görülebileceği gibi, insan olmanın getirdiği tüm hak ve özgürlüklerin kullanılmasına karşı çıkanların, insanların farklı yaşama arzularına ket vurmak isteyenlerin her zaman karşısında oldu. Şiir yazan bir özne olarak o döneme kadar görülenin aksine, kadın kimliğini gizlemeyi, onu şiirinin dışında tutmayı reddetti. Benliğinin henüz el değmemiş yerlerine büyük bir cesaretle dokunmayı bildi ve bundan hoşnutluk duydu. Çünkü bu kendisini gerçekleştirmesinin yegâne yoluydu.
Yönetmen İbrahim Gülistanla tanışmasıyla ve ona aşık olmasıyla beraber sinema dünyasına da dahil oldu. İlk olarak cüzzamlıları ve sorunlarını anlatan bir kısa film çekti, bizzat onlarla yaşayarak. Film için cüzzamlılarla kalırken, anne ve babası cüzzamlı olan bir çocuğa, Hüseyin’e uzattı yaralı ellerini. Belgeseller, kısa filmler çekti. Şiirlerini her daim büyük bir tutkuyla üretti.
“Benim için en önemli şey şiirdir. Ve şiir kendime ve kişiliğime karşı duyduğum en büyük sorumluluktur. Hayatıma vermek zorunda olduğum yanıtların en önemlisidir aynı zamanda.”
Tartışmalara konu oldu, sansüre uğradı, şiirleri kaldırıldı, “düşük ahlaklı ve kötü bir kadın” olmakla psikolojik bir şiddetin içine çekildi… Tüm bunlara rağmen; hiç susmadı, hiç kabullenmedi. Kadının olması ve durması gereken yeri, dayatılan rolleri kabul etmedi ve ataerkil sistemin tam karşısından yükseldi hep sesi. İnadına sevdi, bir isyanla sahip çıktı sevdiği her şeye.
“ben bu ayette senin için ah çektim, ah!
ben bu ayette
ağaçla ve suyla ve ateşle bütünleştirdim seni.”
Füruğ’un farkı sadece söyleyecek sözü olmasında değil, aynı zamanda bunu cesurca ifade edebilmesinde yatar. Cesurdu, sarihti ve açık sözlüydü. Kendisine yapılan tüm ağır muhalefete mukavemet edebilme gücüne karşın bir o kadar da naif ve kırılgandı.
Füruğ, 1967 yılında 32 yaşındayken bir trafik kazasında hayata gözlerini kapatır. Ölümü ile yarım kalan “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” isimli şiir kitabı 1974’te yayınlanır. İran asıllı Amerikalı araştırmacı profesör Farzaneh Milani, Füruğ hakkında “Peçeler ve Kelimeler” ismiyle bir kitap yazar. Ayrıca 1987 yılında Michael Hillman “Yalnız Kadın” kitabıyla hayatını ve şiirlerini yayınlar. İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin 1999 yapımı “Rüzgar Bizi Sürükleyecek” filminin adı da şairin bir dizesinden alıntıdır.
Hiçbir şeye kolay ulaşamamış bir kadın Füruğ… “Suskunluk nedir, söylenmemiş sözlerden başka” derken kadınların iç yarasına dokunur. Aşka aşık bir kadın. “Aşktandır tüm yaralarım benim”
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!
yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle ‘günaydın’ diyen.
yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.
yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.
ah..
budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir.
ve ‘ellerini
seviyorum’ diyen
sesin hüznünde ölmektir..
ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklardır..
küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kızıl kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçekyaprağıyla süsleyeceğim.
bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece
rüzgarın alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir imgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.
ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan..
Zeynep Eşin