Kafeye gelen adam boş bir yer bulma umuduyla çevresine bakınırken, garson köşedeki masayı işaret etti. Orada oturan hesabı ödüyor. İyi bir tesadüf oldu. Herkes kahvaltıya ne kadar da meraklıymış. Hızlı adımlarla o tarafa yöneldi. İki adam göz göze geldiğinde masayı terk eden mimiksiz bir yüzle diğerine baktı. “Günaydın” sözcüğü havada asılı… Ne suratsız insanlar var şu dünyada… Bir selam vermek bu kadar zor mu yani? İlla tanımak mı lazım?
Adamın kalktığı sandalyeye oturduğunda dikkatini çekti. İki kahvaltı tabağı var. Az önce giden kaba adam önündeki her şeyi silip süpürmüş. Çay bardağında çayın damlasını bile bırakmamış. Şişman sayılmaz ama hepsinin hakkını vermiş maşallah. Karşısındaki tabaksa hiç dokunulmamış gibi. Bir parça peynir yenmiş, bir lokma ekmek koparılmış. Yumurtaya el sürülmemiş. Çayın bile yarısı içilmiş. Kocaman kahvaltı öylece duruyor. Giden adamın iştahı yerinde olsa da yüzünden düşen bin parçaydı. Belki sıkıntıdan ne bulduysa yedi. Neler oldu acaba bu masada? Aman bana ne! Boş merak kimin işine yarar ki… Ben önce kendi kapımın önünü süpüreyim de… Hah, Beliz geliyor işte. Şu garson da masamızı temizlese! Karnım zil çalıyor.
“Hoş geldin. Bu ne güzel eşofman böyle. Çok yakışmış.”
“Günaydın. Zar zor kalktım. Kolayıma geldi diye giydim. Nasılsın?”
“Açım, aç. Sen?”
“Eh, şöyle böyle.”
İki kahvaltı tabağı ve çay istediler. Az sonra siparişler geldi.
“Kaymak harika, şöyle üstüne balı da koydum mu, mis.”
Kadın gülerek konuşuyor. Dişleri pırıl pırıl ama porselen değil, oysa kendisi porselen bir bebek kadar narin.
“Seni tanıdığımdan beri hep aynısın. Kaymak ve balla başlarsın hep, söylediklerin bile aynı.”
“Eh, neredeyse yirmi yıldır tanıyorsun. Beni senin kadar iyi tanıyan var mı acaba?”
Ela gözlerdeki hareler art arda parlayıp söndü, defalarca. Uzun kirpikler aşağı doğru indi. Seni bu dünyada benim kadar seven ikinci bir kişi olabilir mi dersin? Tanıdığım en zor insansın. Hâlâ kendini arıyorsun, bıkmadan, usanmadan… Senin gibi birini nasıl bu kadar çok sevebiliyorum? İnan, ben bile anlamıyorum. Belki de esirgediklerin seni cazip kılıyor. Kardeşime göre, ben mazoşistim zaten. Belki de haklı.
Aynı anda Mehmet yumurtasını öylesine kendinden geçmişçesine yiyor ki, sanki yıllarca aç kalmış. Tavuklar onu görseler kendileriyle gurur duyarlar. Bir ara başını kaldırıp masayı paylaştığı kişiye baktı nasılsa.
“Neden yemiyorsun?”
“Bilmem, hâlâ dün akşam gördüğüm rüyanın etkisi altındayım.”
“Senin rüyalarını bilirim, yine film gibi bir rüya görmüşsündür.” Garsona çayları tazelemesi için işaret edip devam ediyor, “Ne gördüğünü merak ettim.”
“Benden kaçıyordun.”
Mehmet’in gözleri merakla büyüyor. “Başka ne gördün?”
“Tanımadığım biri vardı. Bir kadın olduğunu hissettim. Uzaktan bizi seyrediyordu ama kim olduğunu hatırlayamıyorum.”
“…”
“Uyandığımda üzgündüm. Gerçi yanlış anlama. Biz şu anda sevgili değiliz, ama…” Dolgun dudaklar aşağıya sarktı.
Adam biraz şaşırmış gibi. Tabağının yarısı boş. Gözü domateslerde. Arada başını kaldırıp kaçamak bakışlarla kadını süzüyor. Kadınsa kaybolmak istercesine ağaçların arasından görünen denize dalmış gitmiş. Uzun kumral saçlarına vuruyor güneş. Sessizlik masanın orta yerine bağdaş kuruverdi bir anda.
Hissetmiş her şeyi besbelli. Ona nasıl söyleyeceğim? Tepkisi ne olacak? Aman be Mehmet, senin de ne çok hatan oldu. Üzdün onu. Nasıl çıkacaksın şimdi bu işin içinden? Yok yok merak etme anlayacak seni. Bugüne kadar hep anlamadı mı? Yine anlayacak. Dostluk devam edecek. Kızsa bile sana sırtını dönmez. Bak göreceksin, her şeyi olgunlukla karşılayacak.
Ağzına attığı domates dilimini güzelce çiğneyip yuttuktan sonra gülümsedi.
“Sana sürpriz bir haberim var.”
Beliz başını çevirdi, kalbinde hafif bir titreşim. Ne söyleyecek acaba? Önemli bir haber vereceği belli. Saçlarıyla oynamaya başladı yine. Rüya ile ilgili mi yoksa? Yorulduğunu daha çok hissediyor artık. Sakin olmalı. Neyse ne…
“Hayrola?”
Hadi oğlum, cevap ver. Ne duruyorsun? Başladığına göre devam et. Bu buluşmanın asıl sebebi bu değil miydi? Konuş, dilini mi yuttun yoksa? Ya yüz yüze görüşmek, zannettiğin kadar kolay değilmiş.
“Şey… Yani bekârlığa son verme zamanı geldi artık diye düşünüyorum.”
Bunu söyleyen gerçekten sen misin? Evet evet, doğru duydum. Yıllardır evliliğin doğaya aykırı olduğunu söyleyen ben değildim. Sendin! Bu kahvaltı bizi nereye götürecek acaba?
“Doğrusunu istersen, başka biri bunu söylese olur da sana pek uymadı.”
“Belizciğim, haklısın ama insan zamanla değişiyor.”
“Sen benimle değil evli olmak, aynı evi bile paylaşamadın. Zor geldi. Sorumluluktan hep kaçtın. Unuttun mu yaşadıklarımızı?”
“Hayır, unutur muyum hiç… Sana çok şey borçluyum. Hakkını ödeyemem. Bana hep sabırlı davrandın, hiçbir beklentin olmadan verdin, sadece verdin.”
“Tamam, tamam! Kes lütfen! Bunları duymak istemiyorum. İstediğim için öyle davrandım.”
“Söylediklerim doğru ama…”
“Ne oldu sana böyle?
“Aşık oldum!..”
Beliz kalbine bir yumruk indiğini hissetti. Yıllarını adadığı adam ne kadar da rahattı böyle. Aşık olduğunu ekmekten, sudan söz edercesine nasıl da kolayca söylüyordu… Eh, ona bu rahatlığı veren kimdi? Kızım, hak ettiğini yaşıyorsun. Umudun vardı senin. Kimselere söyleyemediğin, kendine bile itiraf etmekten kaçındığın umudun vardı.
“Sana özel bir şey soracağım. Onda bende olmayan ne var? Merak ediyorum.” Titreyen ellerini kucağına koydu.
“Bana kendimi erkek gibi hissettiriyor. Kusura bakma, seni kırmak istemiyorum. Sordun diye söyledim.”
Gözlerdeki hareler kımıl kımıl. Dudaklar daha dolgun, sözcükleri püskürtüyor.
“Ben kırıldım zaten kırılacağım kadar. Daha fazlasına izin vermeyeceğim.”
Adam araba anahtarıyla oynamaya başladı.
“Beliz, ne demek istiyorsun?”
“Ne demek istediğim gayet açık. Bu işkenceye son veriyorum.”
“Senin yerin ayrı. Benim için çok özelsin. Dostluğunu kaybetmek istemiyorum.”
“Artık o senin sorunun. Buraya kadarmış. Sana ve müstakbel eşine mutluluklar dilerim. Hoşça kal.”
Arkasından bakakalıyor Mehmet. Masanın yazgısı aynı. Yine iki tabak. Biri boş, diğeri neredeyse dokunulmamış. Çay bile yarım. Boş sandalye kapıya dönük. Sessize aldığı telefonuna baktığında aranmakta olduğunu görüyor.
“Alo!”
Heyecanlı bir ses duyuluyor. “Merhaba sevgilim. Nerelerdesin? Seni daha önce de aradım.”
“Duymamışım.”
“O senin söylediğin salonu annemle gördük. Orası çok küçük şekerim. Yalnız annemlerin davetlileri yüz kişi. Eh, benim davetlilerim de en azından yüz diyelim. Çevremiz çok geniş biliyorsun. Kimseye mahcup olamayız. Daha büyük bir yer arayacağım. Tamam mı aşkım?”
“…”
“Canım, duydun mu?”
Mehmet elinde bir bardak soğuk su karşıki tabağa bakıyor. Gözleri sabit, oynamıyor.
“Alo, sevgilim orada mısın?”