https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

”Bu amansız yarışta insanlıkla ilgili her şey ortadan siliniyordu.” Emile ZOLA

Avuç içine işlediği kömür karası hikâyesiyle hepimizin kalbine dokunan bir adam: Emile Zola. Nana, Meyhane ve nice eseriyle zihinlerde yer edinerek, zamanı aşarak sonsuzluk evreninde yer almayı başarmış bir yazar. Diğer eserlerinden farklı olarak, haksızlığın ve acımasızlığın göbeğinde iş arayan bir adamın gezintisi ile başlıyor Germinal. Daha sonraları birçok kez filme uyarlanacağı, etleşmiş bir şekilde Zola’nın dünyasına farklı girişler yapılacağı, yazıldığı dönemde yazar tarafından öngörülmüş müdür bilemiyorum. Ancak kitabın kapağını açar açmaz duyumsadığınız direniş sesleri ve karmaşa kulaklarınızı neşelendirebilir, hazırlıklı olun!
Romanın giriş kapısında çok öncelerde betimleme methiyeleri ile duyduğumuz Zola’nın kurmaca dünyası karşılıyor bizi: ”Düz ovada, mürekkep kadar koyu ve karanlık, yıldızsız bir gecede, pancar tarlalarını boydan boya bölerek Marchiennes’den Montsou’ya giden on kilometre uzunluğundaki yolda, bir adam tek başına yürüyordu. İleriyi, kara toprağı bile göremiyor; dümdüz ve uçsuz bucaksız ufkun varlığınıysa, fersahlarca bataklığı ve çıplak araziyi süpüre süpüre buz gibi soğumuş Mart rüzgârlarının deniz üstündeymiş gibi, enine boyuna savrulan sağanaklarından kestirebiliyordu. Gökyüzünde şekillenen hiçbir ağaç gölgesi yoktu; kaldırımlı yol karanlığın kör edici puslu ortamında, bir dalgakıran kadar düz uzanıp gidiyordu.”
Romanın tümünde betimlemeleri ile okuyucusunu bir maden işçisi olmaya itmesi ve kimi zaman da bir burjuvazi konumunda hissettirmesi kurduğu dünyanın gerçekliğini gösteriyor fikrimce. Kimilerine göre yersiz olan bu betimlemeler, romanın kapısından giriş biletiniz olabiliyor. Bu sebeple söylenebilir ki, Germinal’i okuyanların bir kısmı dışarıda, bir kısmı içeride yaşamını tamamlıyor.
”Madencinin güneşi lambasıdır.”                                                                                                           
Aydınlık göremeden yaşayan insanların hak mücadelesi, greve yürümeleri, işçi devrimi, kapitalizm, sosyalizm ve anarşizm üçlüsünün çarpışarak devam eden kısır döngüsü.
”Maden ocağı maden işçisinin olmalıdır, tıpkı denizin balıkçının, toprağın da çiftçinin malı oluşu gibi.”
Yaşamın getirdiği ”Ayakta kalmalı; kalıp savaşmalı!” felsefesine hak vererek, günümüzdeki varlığını da hâlâ gazetelerde okuduğumuz ve televizyonlarda izlediğimiz, haberlerin bir yansıması olarak tam karşısında duruyor Germinal. Ezilen işçi dünyasının sesi olmanın, zamansız bir hücrede kilitli olduğu, insanın içindeki tatmin edilmeyen o Adonis’in hiç kuşkusuz sonsuz olduğu, işverenlerin ve işçilerin arasındaki mücadelenin 1789’dan ötede bir yerde durduğu ve acımasızlığın içinde temiz olan o ellerin, siyaha boyandığı bir evren günümüz.
”Mumu söndür düşüncelerimin rengini görmeye ihtiyacım yok.”

Düşünmek yerine korkularını sığınak alan bir toplumun aydınlığı görebilmesi ne kadar mümkün olur, bilemiyorum. Zola’nın dünyasında da batan güneşin, dağların arkasında kalan bir yerde kızıllığıyla yıkanan bir adam doğuyordu. Bu doğuş insanın içindeki ezelden beri haksızlığa karşı gelme güdüsüyle, zihinlerimizde sorular oluşturuyordu. Ancak bilinir ki geçmişte de ya da bilmediğimiz şu gelecekte de bu sorgulama birine düşer. Zola’nın istediği tam da bu; sorgulamayı yapabilecek biri. Belki de şu dünyada sen! Sorgulayarak, yaşayan kurgular yaratarak, haksızlığa karşı göğüs germeyi her yüzyılda göze alabilmek. Romanda da okuyarak -dönem bazlı düşünmeli- etrafında olanların eksik yanlarını kitaplarda arayarak ve toplumun kör olduğu noktaları ortaya çıkarma görevini Etienne Lantier üstleniyordu;
”…acı çekmek ve savaşmak üzere madene inmek istiyor, Bonnemort’un sözünü ettiği, on bin aç işçinin, yüzünü bile görmeden canıyla kanıyla beslediği o karnı tok sırtı pek canavarı düşünüyordu, hem de dişlerini gıcırdatarak.”

Emile Zola’nın Germinal’de işlediği, acımasızlığı var eden üst sınıf ve direnişe karşı tutumunun  kendi hayatıyla doğru orantıda olduğunu söylemem yanlış olmayacaktır. Öyle ki  1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması sebebiyle yargının dikkatsizliğine ve duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u savunmuş ve Fransa Devlet Başkanına ”İtham Ediyorum” isimli makalesiyle karşı koymuştur. Tepkileri üzerine çeken Zola, Fransa’yı terk etmek zorunda kalmıştır.
”Gerçeği susturup yeraltına gömseniz bile o büyüyecektir.”
Etienne’ye ve Germinal’in içeriğine dönecek olursak; 19. yüzyılın Fransa’sındayız. İş arama umuduyla yola koyulan Etienne, romanın başkarakterlerinden olan Maheu sayesinde Montsou’da maden ocağında çalışmaya başlar. Çalışmaya başladıktan bir süre sonra işçilerin haksız yere ücretlerinin kesildiğinin, ağır iş koşullarının işçilerin hayatını kaybetmesine neden olduğunun, kötü yaşam koşulları içinde işçilerin hak arama kavramından bihaber olduğunun farkına varması hikâyenin kilit noktası.
”İnsan güçlü olmadığı zaman akıllı olmak zorundadır.”

Etienne’ye üflediği ruh ile bilincimizin köşesinde yerini almayı amaçlayan Zola, bir tarafta burjuvazinin şaşaalı hayatını, bir taraftaysa işçilerin bu koşullar altında çalışmak zorunda olmasının nedenini kitap boyunca yüzümüze vurmakta. Bunu yaparken kimin tarafında olduğunuzu, o dönemde yaşasaydınız nerede duracağınızı ve belki de şuanki koşullarda Türkiye’de yaşanmış bir olayı anımsatıyor: 13 Mayıs 2014 Soma! Yordam Kitap aracılığıyla okuduğum Germinal ile hissettiğim, o insanların dünyası.
”…insanoğlu yeryüzünde hak ve adaleti gerçekleştiremeyecekse toptan yok olsun, çok daha iyiydi!”
Kitap, Etienne’nin aşkına karşı duruşunun, Catherine’nin çaresizliğinin ve Maheu’nun cesaretiyle kemikleşerek, yardımlaşma sandığının, sendika fikrinin, devrimde kan arayan Souvarine’nin haklı olup olmadığının, işçi dünyasında greve giden yoldaki başarının ve başarısızlığın en güzel anlatımlarından biri.

”Geniş göğün ortasında, Nisan güneşi bütün parlaklığıyla ışıldıyor, döl veren toprağı ısıtıyordu. Bu besleyici göğüsten hayat fışkırıyor, tomurcuklar, yeşil yapraklar halinde patlıyor, tarlalar otların iteklemesiyle ürperiyordu. Her tarafta tohumlar, bir sıcak ve aydınlık gereksinimiyle hareketlenerek şişiyor, uzuyor, ovayı çatlatıyordu. Taşkın bir özsu fısıltılı seslerle akıyor, tohumların çıtırtısı kocaman öpücükler gibi yayılıyordu. Arkadaşlar yine vuruyorlar, yine vuruyorlar, sanki yüzeye yaklaşmışlar gibi giderek daha belirgin, kazmalarıyla vuruyorlardı. Güneşin alevli ışıklarının altında, bu serpilme sabahında kırlar, işte bu uğultuyla gebe kalmıştı. Saban izlerinde yavaş yavaş süren, gelecek yüzyılın hasatları için büyüyen ve filizlenmesi yakında toprağı yaracak olan, öç peşinde, kara bir ordu halinde, insanlar yetişiyordu.”
Kitabıyla birlikte, 1993 yapımı Claude Berri’nin yönetmen koltuğunda oturduğu Germinal-Tohum Yeşerince filmini izleyerek, zihnimizdeki sorgulamaya aç olan adamı veya kadını uyandırabiliriz. Peki uyandırmaya hazır mıyız?
Ceyda OKTAY