Anlamıyorum. Anlatamıyorum. Ne derim, nasıl söylerim hiç bilmiyorum. İnsanlarla dolu bir odada anlaşılamayan, anlamlandırılamayan tek şey benim sanki. Sağıma soluma bakınıyorum. Dört duvar içerisine hapsolmuş, ellerinde telefonları ile oturan küçük bir topluluk görüyorum. Bazıları ilgiyle, bazıları kayıtsızca bakıyor ellerindeki o ufak ekranlara. Sanıyorum hiçbirisi yavaş yavaş o minik ekranların kölesi haline geldiklerinin farkında değil. Gözleri haricinde vücutları neredeyse kıpırtısız, bu korkunç görüntüye ne kadar alıştığımızı hayretle fark ediyorum. İnanılır gibi değil.
Şimdi anlattıklarıma bakıp aldanmayın asla. Aslında bu odanın içerisine toplanma amacımız uzun süreden beri birbirimizi göremeyişimizden ötürü karşılıklı hasret gidermekti. İşten erken çıkıp koşa koşa eve gittim sırf bu buluşma için. Hem trafiğe de kalmam hem de erken gelen arkadaşlarla toplanmadan önce iki çift fazla laf ederim diye düşündüm. Ne kadar aceleci davransam da yol boyu inanılmaz bir trafik mahkum etti önce. Sonrasında mahalle içerisinde park yeri aramakla zaman kaybettim. Sanırım artık adam başına birer araba, her mahalle başına da birkaç ağaç düşüyor diye kendi kendime söylendim. Buluşacağımız eve çıktığımda her şeye rağmen gene ilk gelenin ben olduğumu fark ettim, evinde bizi misafir edecek olan arkadaş panikle kapıyı açtı, hala üzerini değişmekle meşguldü. İçeri geç dedi. Geçip rahat gördüğüm bir köşeye oturdum. İşi biter de birazdan gelip karşıma oturur diye beklerken zaman akmaya, misafirlerin geri kalanı da yavaş yavaş dökülmeye başladı. Farklı mesleklerden, ailelerden, kültürlerden gelmiş eski dost on kişi sırtlarımızı duvara vermiş bir şekilde yerimizi aldık. Odanın ortasında envai çeşit içecek, kuruyemiş ve meyve hazır bir şekilde bizim onları yememizi bekliyordu. Televizyon açıktı, birkaç arkadaş bir yandan da gündemi duymak istedi. Herkes yavaş yavaş hareketlenip içeceğinden yudumlamaya, cipsini yemeye başladı. Sonra… Sonrası yok. Önce birer ikişer daha sonrasında istisnasız herkes elindeki telefonları çıkardı. Banyoya kadar gidip geliyorum dedim, ortam havasız, her yer elektronik eşya, baş ağrısı yapıyor tabi haliyle. Tekrar odaya dönüyorum ve herkesi kilitlenmiş bir halde kendi derdinde buluyorum. Kendi kendime sıkıntı yok, işleri şimdi biter diyorum ama bu saat oluyor hala telefon ellerinde, ortada dönen tek bir sohbet bile yok.
İşte bu noktada ben anlamıyorum. Bu noktadan sonra nasıl onlar kendi sanal dünyalarında kaybolmuşsa ben de artık kendi düşüncelerimin içinde boğuluyorum. Belki onlar birbirlerine karşı nasıl davrandıklarının farkında değil ama ben ortamdan tamamen soyutlanmış bir haldeyim. Sormadan duramıyorum kendime. Bütün bunlar bir bana mı anlamsız geliyor yoksa benim gibi başkaları da var mı? Karşılıklı diyalog kurabildiğimiz, samimiyeti, sevgiyi, güveni ve anlayışı gözlerimizle hissedip neredeyse dilimizin ucunda tadını hissedebildiğimiz o güzel günler çok mu geri de kaldı? Bir başkasının anlatmak istediğini onun gözlerinden okuduğumuz, sözlerindeki neşesini gülüşünden kavradığımız o değerli anlar bu kadar hızlı mı yitip gidiyor. Hiç mi değerini bilmiyoruz tüm bunların. Anlamıyorum, gerçekten anlamlandırmakta da sorun yaşıyorum. Hepimiz birer vücuda sahibiz ve bunun en önemli kısmı da aslında hayatımıza en çok anlamı katan yüzümüz, burada oluşan ifadeler tepkiler. Ama karşımızdakinin yüzüne bile bakmaktan aciziz. Yan odadaki arkadaşına seslenmek yerine telefonundan yazan bir insan var şu an karşımda. Ne kadar susadığını anlatmak için telefonundaki simgeleri kullanıyor. Adeta kendi öz dilimizi, iletişim yeteneğimizi kendi ellerimizle yok edip araçlara bağlı bir dil kuruyoruz. Sonrasında da her yerde yüksek sesle yakınıyoruz. Beni, bizi kimse anlamıyor diye. Anlamıyor mu yoksa bizler mi anlatamıyoruz veya dinleyen mi kalmadı? Sevdiğiyle göz göze gelip, tek bir laf edebilmek için ve buna olan arzusunu ifade edebilmek için sayfalarca yazan bir kültürden birer satırla anlaşan bir çarpık oluşuma evrildik adeta. O kadar eğrilip büküldük ki artık vücudumuzun kemik yapısı bile bu teknolojinin önünde eğilip bükülmek zorunda kaldı. Neden diye soruyorum. Nerede hata yaptık. Bu durumun vahametini nasıl olur da fark etmeyiz. Eminim herkes hatırlar, eskiden bazı hastalıkların adını bile bilmiyorduk. Ne bu kadar çok kaygımız vardı ne de böyle streslerimiz. Ha hayat daha mı kolaydı? Hayır, belki de şu an olduğundan çok daha zordu. O dönemlerin şu andan tek farkı, arkadaşlarımızın dostlarımızın olmasıydı. Gene dostlarımız var diyebiliriz tabi ama dost dediklerimizin bizi ne kadar dinlediğini veya anladığını nasıl bilebiliriz. Eskiden gözlerinin içine bakar anlatırdık derdimizi, bizimle beraber üzülür, belki gözünden bir iki damla yaş akar sonrasında da bizi teselli ederdi. Ruhumuzdaki o ağır yükü bir anlığına olsa hafifletirdi. Veya mutlu anlarımıza beraber güler, el birliğiyle çoğaltırdık. Sevdiklerimizle sarılıp koklaşır, fiziksel temas yoluyla enerji aktarımında bulunurduk. Farkında olmadan o enerji insanlar arasında şekil değiştire değiştire bir hal alırdı, öyle bir hal ki değerini hiç bilmediğimiz. Şimdi ise telefondaki minik suratlarla yansıtıyoruz her şeyi. Üç beş kişinin tasarladığı bir şeyle bütün bir dünya anlaşıyor. Düşünün, sizce bunda bir yanlışlık yok mu? Sadece bu sorunun cevabını bile bulup anlamlandırabilsem benim için kafi.
Ama olmuyor işte. Sinirleniyorum, kızıp öfkeleniyorum. Şu dört duvar içerisindeki yıllanmış dostlarıma bakıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıp onları şoka uğratmak, şaşırtmak istiyorum. Olmuyor, biliyorum ki fark etmeyecek. Duruyorum onun yerine, onları görmeye, anlamaya çalışıyorum. Ama onlar bana bakmıyorlar bile. Birbirimize artık çok nadir bakıyoruz, baktığımızda da neyi ne kadar gördüğümüzden hiç emin değilim. Hepimiz birer görür görmez olduk artık, gören körleriz ne yazık ki.