“O dünyanın en ünlü adamı. Sorun şu ki dünyada değil.”
Andy Weir’in kaleminden çıkan harika bir eser: “Marslı”. Birçoğumuz bu ismi 2015’te vizyona giren Matt Damon’ın başrolünü oynadığı aynı adlı filmden duymuş olmalıyız. Edebiyat dünyasının büyük bir çoğunluğu ise Marslı’yı ilk kez Goodreads okurlarının kitabı 2014’ün en iyi bilimkurgu romanı seçmesiyle tanıdı. Bu önemli adım, kitabın şöhretinin giderek yayılmasını sağladı ve ardından filminin çekilmesine kadar ileri taşıdı Marslı’yı.
Ben biraz geç tanıştım kendisiyle. Okunacaklar, izlenecekler listelerimin bir kenarlarında dururken; biten kitaplara ve şarkılara inat bitmeyen bir otobüs yolculuğunda otobüsün film arşivinde karşıma çıkıverdi. Kitaptan uyarlanan bir filmi kitabı okumadan asla izlememek gibi katı bir kuralım vardır. Çünkü kendimi hayal gücüme ihanet etmiş sayarım. Çünkü bir insanın hayal gücünün dünyadaki tüm yönetmenlerden daha iyi film çektiğine inanırım. Ancak bitmeyen yol, katı kurallarıma ihanet etti ne yazık ki. Bir anda parmağımı başlat tuşunda ve kendimi Mark Watney’in yılmaz hayatta kalma mücadelesinin içinde buldum. Sonradan olsa da kitabını da alıp okudum.
Marslı her ne kadar kurgu olsa da bir insanın neredeyse hiç tanımadığı bir coğrafyada, hiç tanımadığı doğal yasaları olan bir gezegende, birçok şey onun yaşamasına karşıyken, her şeye rağmen hayatta kalma ve asla pes etmeme sürecini anlatıyor. İnsanlı bir uzay görevinde Mars’ta birtakım incelemeler yapacak olan Hermes mürettebatı Mars yüzeyinde bir fırtınayla karşılaşıyor. Fırtına uzay aracını devirebileceğinden iyice yaklaşmadan Mars’tan ayrılmaları gerekiyor. Ancak bu sırada bir kaza meydana geliyor ve Mark yaralanarak gözden kayboluyor. Mark’ın ağır yaralandığını ve öldüğünü düşünen mürettebat kumandanı Lewis, kalan mürettebatını kurtarmak için kalkış emri veriyor. Mürettebat Mark’ın cansız bedenini Mars’ta bırakmanın hüznüyle yuvaya dönerken Mars görüntülerini inceleyen bir NASA görevlisinin Mars’ta bırakılan Hab’ın (Mars’ta görevli olan astronotların araştırmalarını rahatça yapabilecekleri, her türlü son teknoloji kullanılarak oluşturulmuş, oksijen dengesi sağlanmış büyük bir çadır denilebilir. Mars içindeki yapay Dünya da diyebiliriz.) etrafında bilinçli yapılan düzenlemeleri fark etmesiyle Mark’ın yaşadığı fark ediliyor. Ancak NASA bunu fark edene kadar kitabın büyük bir kısmını çoktan okumuş ve Mark’ın kocaman bir gezegende tek başına nasıl direndiğine büyük bir hayretle şahitlik etmiş oluyoruz. Nitekim Andy Weir’in muhteşem hesaplamalarını aklım almazken, bunları uyduruyor olsa gerek diye düşünmekten kendimi alamadım çoğu zaman. Çünkü karşınızda kimyasal hesaplar yaparak su üreten, Mars’ta bakterilerin hayatta kalacakları sıcaklık düzeyini dengeleyerek patates yetiştiren, bir yandan dünyayla iletişim kurmak için uzay arazi aracına güneş panelleriyle enerji üreten, bu enerjinin ona ne kadar yetebileceğini hesaplamak için Mars yüzeyinde kısa yolculuklar yapan, karmakarışık sayılarla uğraşan bir adam var. En ufak yanlış bir zaman, miktar, yer hesaplamasında her şeyin mahvolacağına öyle inandırıyor ki sizi Weir… ve bir röportajında ciddi ciddi bu hesaplamaları gerçeğe dayanarak yapmaya çalıştığını söylüyor. Bu hesaplamaları yapmanın çok da zor olmayacağını düşünenlere Watney’in bunları Mars’ta yaptığını hatırlatarak devam edelim.
Mark’ı yaşadığı tüm zorluklara rağmen aylarca ayakta tutan tek şey ise: bir gün Dünya’ya ulaşabilme ihtimali… Ara ara Mars’ın kendi egemenliği altında olması; kraterlere çukurlara -sonuçta ilk bulan o olduğundan- kendi ismini vermesi gibi lükslerini düşündüğünde Mars’ta yaşamak ne kadar cezbedici gelse de bir gün patateslerinin ve suyunun biteceğini bilmek onu amacına koşması için iten şiddetli bir güç oluyor. Bazen filizlenen bir patates bitkisi umudu oluyor, bazen arkadaşlarının arkalarında bıraktıkları bir 70’ler dizisi kafasını dağıtıyor.
Yaşadığı her olumsuzlukta, işte her şey bitti dediğiniz anda Mark; ileri zekâsı, yılmayan gücü, bitmeyen esprileriyle okurun içini rahatlatıp bugün bu kadar macera yeter yarın Dünya’ya ulaşmak için daha akıllı hareketler yapmalıyım diyerek günlüğünü sonlandırıyor. Yarın cidden hallediyor meseleyi. Dünya’ya ulaşmak için başardığı her işte kendini pohpohlarken, berbat ettiği her işte dibine kadar sövmeyi de biliyor. Ama asla her şey bitti demiyor.
Kitabın beni filmden daha çok etkilediğini söylemeliyim. Her ne kadar okurken Mark, gözümün önünde Matt Damon olarak canlansa da kitabın detayları oldukça ilgi çekici. Bir bilimkurgu hayranının elinden çıkan bu kitap okura sadece Mars’ın zorlu yaşamını, NASA’nın müthiş planlarını, akıl almaz hesaplamaları sunmuyor. Beni ve eminim birçok okuru etkileyen en önemli unsurlar; Mark’ın karakteri, olaylar karşısındaki tutumu, zekası, psikolojisi, bir yere varmak gerekiyorsa yapabileceğinin en iyisini yapmak için mücadelesi, asla pes etmeyi göze almaması, hatta düşünmemesi bile… Kitabın yazarı Andy Weir, Mark Watney için şöyle diyor: “Sanırım Mark benim olmak istediğim kişi.” Sanırım Mark birçoğumuzun olmak istediği kişi. Sonuçta kim Mars’a gitmek istemez ki(?)
Şaka bir yana, hayatta verdiğimiz tüm mücadelelerde Mark Watney gibi sağlam kalmak ve asla pes etmemek ümidiyle…
Sevde Gül Kocalar