İçerde aramıyoruz gizin düğümünü, denir ki dut lekesini yalnızca dut yaprağı çıkarır, inanılır ki yara içerdeyse şifası da onun içinde gizlidir. Ne bir başka elin o yaraya dokunması, ne bir başka nefesin o tene değmesi, ne başka bir gözün o derinliği görmesi bir işe yaramaz. İşi yarayacak olan içte, en içtedir, kendi gizlisini bilmeden, bulmadan içindeki düğümü çözemez insan. Kanar, daha çok kanar, hep daha da çok kanar, dikiş tutsun ister kesiği, sızısı dinsin ister, biri bir şey yapsın ve o yapılan şey iyi gelsin ister. İster, ister, ister ve olmaz çünkü o yaraya değen el, orayı gören göz yabancıdır.
7 milyar insanın bir arada oluşunun elbette bir nedeni var, elbette birbirimize olan mahkûmluğumuz her puzzlenin birbirine olan mecburiyeti kadar aşikâr. Bizler büyük resim için birbirimize mecburuz ama o resmin bir parçası olmak için çıktığımız yolculuklarda tekiz. İnsanın tekilliğine mana bulması, resme bir anlam verebilmesi için gerekli ve o gereklilikte yalnızca o parçanın sahibinin içinde gizli.
İçimde gizli olanın derinliklerinde boğulduğum bir serüvendeyim şimdi, bu serüvende porselenleri çizik kadınlarla, üzerine pırasa kokusu sinmiş annelerle, bir koltuğun köşesinde uykuyla uyanıklık arasındaki çizgide tek ayak üstünde dünle ve yarınla mücadele eden babalarla, yarının ödevine anlam veremeyen içi oyun oynamak isterken yan çizgi çekmek zorunda kalan çocuklarla, köşe başında illegal aşkları en legal şekillerde yaşayanlarla hepsiyle aynı kervanın içindeyim. Bu kervan öyle bir kervan ki eksiği çok, gözyaşı çok, umutsuzluğu çok, isyanı çok, şükrü çok, gidişi çok, dönüşü çok, kayboluşu çok… Acıları farklı, anları farklı, duyguları farklı, düşleri, duaları farklı bir tek şey aynı, ayaklarına takılan taşın hepsinde bıraktığı o sızı kalplerinde bir yerde aynı acıtıyor hepsini.
Acıların iz düşümleri hep bir şeylere yansır, birilerine, bir yerlere. İnsan ister ki bir sebebi olsun, bir sonucu olsun, bir şifası olsun derdinin. Bir başınalığını sevse de, dimdik durabilse de ister ki omzunda bir el olsun. Görmese de yarasını hissetsin, derman olamasa da baksın gözlerinin içine. Hem kimseyi istemeden hem de aslında o insanı çok isteyerek beylik lafların ardında bir fark ediliş bekler. Bekler çünkü o içindeki derinlikte kaybolmuştur, ister çünkü kendine nasıl gideceğini fısıldamaktan yorulmuştur. O izdüşümüyle yüzleşir sonra insan, acısını çıkartmak denilen o nahoş şeyle, gerçek olmayan gerçekliğiyle. Yeni bir giz daha oluşmuştur artık, gizin içinde gizlenmeye çalışan bir giz. Hem sobelenmek isteyen hem de bulduğu her duvarın arkasına saklanan bir giz. İnsan büyür, acısı büyür, umudu büyür, umutsuzluğu büyür, sözü büyür, dünü büyür, yarını büyür ama yine de kendini kovalayan bir çocuk gibi çöker her gördüğü duvarın dibine. Başını dizlerine kapar, hızla çarpan kalbi ve kesik nefesleriyle “geçti, geçti” der kendini, bilir ki geçmez, bilir ki bulsa bir duvar yine kaçıp çökecektir dibine, çünkü bilirse bulduğu şeyle baş etmek zorunda kalır, bulursa da kabul etmek…
Oysa pırasa kokulu yemekleri, eğik çizgileri, çizik porselenleri hepsini her birini kabul ederek çıktık biz zaten bu yola. Derdimiz içimizde. Dermanımızda o içteki bir gizde. Yavaş yavaş öğreniyoruz mucizenin en içte olduğunu ve her gün öğretiyoruz birbirimize dut lekesini yalnızca dut yaprağı çıkarır, tırtıl yolun sonuna geldiğinde kelebek olur, hele bir yarın olsun, olsun bakalım…