Pınar Savaş’ın özenli çevirisiyle Notos Kitap etiketiyle 2011’de dilimize kazandırılan MarioBellatin’inÇin Daması adlı romanı (1995) yazarın Türkçe’deki ikinci kitabı.
Bellatin’in bu 67 sayfalık kısacık romanı arzunun nasıl aile tarafından ideolojik olarak şekillendirildiğini ve bunun sonuçlarını gözler önüne sermektedir. Arzunun ekonomisi bu ideolojik şekillendirmenin nabzını tutmaktadır. Son çözümlemede insanın tüm yaşamı onun arzularıyla duygusal, fiziksel ve zihinsel doyumu arasındaki mesafe ve bu mesafede payına düşen denge ya da dengesizliktir. Roman bağlamında bu denge ya da dengesizlikte aile ilgisinin ve sevgisinin ne ölçüde etkili olduğunu görürüz. Çünkü kişiyi biçimlendiren, onun genetik hamurunu yoğuran toplumsal ilişkileridir ve toplum ailede başlar. Üstelik bir aileniz olmasa bile.
Dolayısıyla Bellatin’in, romanında, yaşamından pek de memnun olmayan bir kadın doktorunun gündelik yaşantıları, toplumsal ilişkileri, bireysel sorunları, ailesindeki diğer bireylere karşı tutumu, üvey evlat olmasının sancıları, üvey anne babasıyla olan ilişkileri üzerinden, evlilik kurumunun ve iktidarların çeşitli “ideolojik aygıtlarıyla”(Althusser, 2003 [1970])topluma dayattığı anne baba çocuk Bermuda üçgenini tartışmaya açtığı, bir tür ailesel Bermuda üçgenleri panoraması sunduğu söylenebilir.
Bu sarsıcı roman, aynı zamanda hem ana karakteri hem de anlatıcısı olan üvey oğulun, saygın bir evlilik yapan, sonunda da varlıklı, seçkin bir kadın doktoru oluşunun, ama birkaç kelimeyle özetlediğimiz bu yaşantı evrelerinden sonra yaşamından memnun olmayışının, tatminsizliğinin ve bunaltısının da öyküsü. Anlatıcının mutsuzluğunun kaynağı ise aslında kendi arzuladığı, ne olduğundan bizim de çok emin olamadığımız yaşamı değil, başkalarının ondan beklediği yaşamı kurmuş olmasında, kendisine arzularına ulaşmakta hiç izin verilmemiş olmasında yatıyor gibi görünüyor.
Bir üvey evlat olarak, üvey annesinin ve babasının denetiminde büyümüş olan anlatıcı, ailesi sayesinde en iyi eğitimleri alıp, toplumsal ve ekonomik olarak ulaştırılabileceği en iyi yere getirilmiştir. Bununla birlikte duygusal olarak doyurulmamış olduğunu düşünebiliriz çünkü tıpkı bir otomat gibi, herhangi bir duygusal ya da cinsel tutku içeren bir ilişki yaşamaksızın iyi bir ailenin, kendisinden iki yaş büyük kızıyla evlendirilmiştir. Ekonomik konumlarına koşut olarak evliliklerinin ilk zamanlarında çevrelerine partiler vererek eğlenmişler ancak çocukları doğduktan sonra hayatları alt üst olmuştur. Kadın kendini toplumsal sorumluluk projelerine verirken adam da kendini kariyerinde daha iyi bir konuma gelmeye adamış ama zaman içinde yalnızlığı, mutsuzluğu, mesleğini kanıksamışlığı onu evin dışına, randevuevlerine, batakhanelere, masaj salonlarına savurmuştur.
Kız çocukları olunca kızı iyi bir bakıcıya emanet eden anne oğlu olunca sanki onunla daha çok ilgilenir gibiyse de anlatıcı baba çocukları olduktan sonra kendini tamamen işine, başarıya, ekonomik iktidarını perçinlemeye adar. Bu adayış, zamanın geçişi, eşinin ve kendisinin yaşlanması, akıp giden zamanın gençliğini ve arzularını gerçekleştirme heyecanını elinden alışıyla yüzleşmesine neden olacaktır. Bir kez bu çaresizlikle yüzleştikten sonra gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ekonomik iktidara sahip erkek, çocuklarını karısına emanet edip önce kendi bedenini, sonra o bedenin arzularını onaylamaya karar verir. Randevuevlerinde hayat kadınlarıyla, sokaklardan topladığı kadınlarla birlikte olur, masaj salonlarının müdavimi olarak çeşitli kadınlardan arzusunun kıvamına göre çeşitli hizmetler alır. Bir kadından diğerine akın ederken tatmin olup olmadığını bilmeyiz. Gerçekte yoğun bir sıkıntı, çetrefil bir kısırdöngü içinde hiçbir şeyden büyük bir haz duymuyor gibidir. Mesleği nedeniyle kanıksadığı kadın bedeninden, evliliği nedeniyle kanıksadığı karısının bedeninden başka kadınların bedenlerine kaçarken, o bedenlerde ne aradığını bilemiyordur belki de.
Mesleği gereği ölümle yaşam arasındaki sınırda duran anlatıcı yukarıda sözünü ettiğimiz kaçışının ve savruluşunun da etkisiyle yalnızca kendi bedenine, kendi bedensel ihtiyaçlarına ve arzularının doyurulmasına odaklandığından, ailesinin ve başka insanların ihtiyaçları konusunda alabildiğine duyarsızlaşır ve bencilleşir. Bencilleşmek insani duygulardan arınmanın ve bir başka insanın yaşamına son verebilecek kıvama gelmenin ilk adımıdır bu noktada. Aslında kendisinden esirgenen duyarlılığı o da kim bilir, belki de, yaşamdan öç alırcasına nevrotik bir kısır döngüyle, başkalarından esirgiyordur. Örneğin karısının toplumsal sorumluluk projeleriyle ilgilenmez, yalnızca öğle yemekleri ve akşam yemeklerinde bir araya gelirler. Kızının evliliğinde mutsuz olduğunu, damadının, aslında tıpkı kendisi gibi yalnızca para kazanmaya odaklı, sıradan ve kof bir adam olduğunu bilir ama bu durumu değiştirmek için herhangi bir müdahalede bulunmaz, sorumluluk almaz. Onun bu sorumluluktan kaçışının en son ve en yıkıcı zirvesi oğlunun sorunlu, saldırgan, madde bağımlısı olması, bu bağımlılığı gereği uyuşturucu temin edebilmek için ailesinden, genellikle annesinden, giderek zorla para almaya başlaması, hırsızlık yapmaya başlamasıdır. Aslında başından beri ne anne ne de baba kızlarıyla da oğullarıyla da pek ilgilenmemişlerdir. Onlara iyi bir ev, varsıl bir çevre sağlamaları çocukların benlikleri, kişilikleri açısından pek bir şey ifade etmemiştir. Çocuklar da tatminsiz, mutsuz, hayatta ne istediklerini bilemeyen bireyler olmuşlardır vehayatta ne istediğini bilememek son derece ideolojik bir olgudur çünkü yaşantımızı biçimlendiren seçimlerimizi sözünün ettiğimiz arzunun ekonomisine göre yaparız.
Örneğin, doktorun kızı,sevip sevmediğini bilemediğimiz, zengin olmaktan başka bir şey düşünmeyen, muhtemelen de karısını başka kadınlarla aldatan bir adamla evlenirken, oğul da duygusal yalnızlığını suça, uyuşturucuya yönelerek gidermeye çalışmıştır. Dikkat edilirse çocuklar biyolojik olarak anne ve babanın bedeninden uzaklaştıkça, yaşadıkları travmanın şiddeti de, toplumsallığı da artmaktadır. Başka bir deyişle ilk çocuk olan kız, evliliğinde mutsuz bir kadın olurken, ikinci çocuk olan oğulun krizi evin dışına taşmakta; kriz, çekirdek ailenin ortamından tüm bir topluma yayılmakta ve toplumsal bir soruna dönüşmektedir.
Bellatin, kadınla adamın durumlarında olduğu gibi çocukların durumuyla da ilgili çok fazla ayrıntıya girmez. Anlatısının evreninde, bireyler arasındaki iletişimsizliği ele verircesine boşluklar, kırılmalar vardır. Bu boşluk ve kırılmalar aslında daha etkin bir okur olma deneyimini davet etmektedir. Etkin okur romanı aslında bir bakıma yeniden yazacaktır. Dolayısıyla Bellatinromanın içine ailesel Bermuda üçgenleri panoraması dediğimiz noktada birkaç anne baba çocuk öyküsü daha serpiştirerek okurun ana öyküdeki anne baba çocuk üçgenini yapacağı karşılaştırmalarla, çakıştırmalarla yeniden yazmasını sağlar. Böylelikle söz konusu üçgenin krizi, birbirine dolanan, kimi zaman akıl karıştıran bir paralellikle aktarılmakta, öyküler diğer öykülerle, o öykülerin boşluklarıyla el ele, iç içe geçmektedir.
Burada hemen belirtilmelidir ki aslında çiftin hayatının mahvoluşu çocukların varlığıyla değil, çocukların varlığının çiftin ilişkisindeki ikiyüzlülükleri, sahtekârlıkları ve yüzeysellikleri açığa çıkarmasıyla somutlaşır. Çocuklar baş belası değildirler. Onlar ilişkilerin turnusol kâğıdıdırlar. Onlar toplumdaki sağlıksızlığın, yalnızlığın, sevgisizliğin ve bu yoksunluklardan beslenen kariyer hırsının ve her zaman daha çoğuna ve iyisine sahip olma arzusunun belirtileridirler.
Bellatin, yukarıda da değindiğimiz gibi, aslında bu olgunun da daha iyi anlaşılması için iki ana baba çocuk öyküsü daha ekler anlatısına. Bu öykülerden kronolojik olarak ilki kafasında taçla dolaşan zengin bir kadının anlattığı öyküdür. Biz bu öyküyü kadının anlattığı bir öykü olarak okusak da hiç çocuğu olmayan ve bundan dolayı da mutsuz olan, kocası tarafından terk edilen kadının anlattığı öykünün kahramanı olma ihtimalini de düşünürüz ister istemez. En azından,Bellatin yukarıda değindiğimiz paralelliklerle bizi bu imaya hazırlamış gibidir. Kadının öyküsünde kadın genellikle kızıyla yalnızdır. Bir gün sahilde kadın kendi keyfine bakar ve çocuğuyla ilgilenmezken kızı suya düşer ve boğularak ölür. Bu olaydan sonra kadının ruh sağlığı bozulur ve akıl hastanesine yatar. Bir süre sonra çıktığındaysa kocasının da evi terk ettiğini görürüz. Sonrasında bu kadının öyküsüyle anlatıcının bir hastasının oğlunun öyküsü kesişir çünkü kadın çocuğu kaçırır ve kendi çocuğuymuş gibi bir süre alı koyar. Ama çocuk bir şekilde kendini kurtarır ve evine (amcasının evine) döner.
Anlatıcının hastalarından biri olan kadının, doktorun muayenehanesine getirdiği çocuğunun aracılığıyla tanık olduğumuz öykü ise yukarıdaki öyküyü kapsamakta belki de sınırlarını belirlemekte, metnin ana öyküsünü ise anne baba çocuk üçgeni açısından aynalamaktadır. Öncelikle şu ilginç bir noktadır, biz öyküyü, çocuğun anlatıcıya anlattığı sıralarda bilmeyiz. Metni bu boşlukla okumaya devam ederiz. Anlatıcı kafasında bu öyküyle dolaşırken, bir yandan oğlunu ihmal etmekte, bir yandan da evliliğinin iğretiliğini hayat kadınlarına savrularak gidermeye çalışmaktadır. Bizse bu boşluğu dolduracağımız, doktorun arzu ekonomisinde bu kadar etkili olan öykünün bilgisine ulaşacağımız anı bekleriz. Sonunda romanın da ikinci bölümü olan çocuğun öyküsü bize verilir. Bu ikinci bölümle birlikte, Bellatin, artık bir daha hiç doktorun öyküsüne dönmeksizin, sözünü ettiğimiz üçgenin bir başka versiyonunu okumamızı ve anakronik olarak bunu birinci bölüme yerleştirmemizi istemektedir. Bu zihinsel kolaj bence romanı daha sarsıcı kılmıştır.
Çocuğun öyküsü amcasının evinde başlar. Bir kurye şirketinden babasına gelen zarfı alan çocuk, zarfla birlikte gelen bir kâğıtta kurye şirketinin gönderiyi geciktirmesi halinde gönderi ücretinin bir kısmını iade edeceğini öğrenir ve bu parayı almak için yola koyulur. Görünüşte o kadar da önemli olmayan bu atılım aslında çocuk için çok önemlidir çünkü yetişkinlerle çocuklar arasındaki en sancılı konunun altını çizmekte, bir önceki bölüme anıştırmada bulunmakta, arzunun ekonomisinde hatırlattığımız ideolojik yüzeyi somutlaştırmaktadır. Yaşadığımız kapitalist ekonomik düzende, sistemin çeşitli aygıtları aracılığıyla sürekli olarak elimizdeki paraya, emeğimize el koymasını anıştırır bir biçimde çocuğun etrafındaki yetişkinler çocuğun hak ettiğini düşündüğü paraya sürekli olarak el koymaktadırlar. Yetişkinlerin dünyası tekinsiz bir dünyadır. Çocuğun paranın varlığını fark etmesiyle yetişkinlerin tekinsiz dünyasına girişini alıntılayalım:
“Öyle görmezden gelinecek bir miktar olmadığından, çocuk olayı anlatmak için amcasının yanına gitmiş. Bunu biraz da kuşkuyla yapmış, çünkü büyüklerin o parayı almasına izin vermeyeceklerini biliyormuş. Daha önce başına aynısı gelmiş. Bir atıştırmalık paketinden kazandığı ödülü ebeveynleri almış. Serinletici bir içeceğin daha kapağını açmadan içinde sinek gördüğünde telafi bedelini yine ebeveynleri almış. Aynısı olmuş, onu dinleyen amcası gönderiye bakmış ve kırmızı tükenmez kalemle zarfın üstünde hesap yapmaya başlamış.” (Bellatin, 2012 [1995] s. 47-48)
Paranın denetimiyle yetişkinler tıpkı devletin, çok uluslu şirketlerin de toplumlar üzerinde kurduğu gibi çocuklar üzerinde egemenlik kurarlar.Bu egemenlik onların benliklerini, yaşamla ilişkilerini belirler. Dolayısıyla para ekonomik bir değişim aracı olmasının yanı sıra bir tür toplumsal gelişim evresini de simgeler. Tıpkı değiş tokuş ekonomisinden para ekonomisine geçen toplumların gelişiminde olduğu gibi, çocuk da paranın denetimini elde edebildikçe büyüyecektir. Bu yüzden de kurye şirketinin vereceği o parayakimseye kaptırmadan el koymak ister çocuk. Romanın ilk bölümünde annesinden para isteyen uyuşturucu bağımlısı oğula verilmesi için doktorun annenin eline sıkıştırdığı sus payının (s.26), ikinci bölümde bir kimlik ve bağımsızlık mücadelesine dönüştüğüne tanıklık ederiz. Çocuk o parayı almak için uzun bir gün geçirir. Telefon etmek için gittiği yerde taçlı kadınla karşılaşır ve ölen kız çocuğunun ve annesinin öyküsünü dinler. Kargo şirketindeki bir karışıklık nedeniyle ve mesai bittiği için parayı alamaz. Tam da bu anda taçlı kadın parayla çocuk arasındaki ilişkiyi anlamış olmalıdır ki geri döner, çocuğu kaçırır ama vaat ettiği parayı da çocuğa verir. Aslında burada ilginç bir nokta var: Çocuk kadının evinden kendi çabasıyla kaçar ve para da neredeyse onun kaçışının, yani özgürlüğünün bir ödülüne dönüşür.
Aslında, bu çocuğun öyküdeki diğer çocuklardan, yani doktorun uyuşturucu bağımlısı oğlundan, kızından ve taçlı kadının öyküsündeki kadının boğulup ölen kızından önemli bir farkı vardır. Onun babası çocukla ilgilenmektedir ve çocuk, babasıyla amcasının balığa çıktıkları bir gün deniz kıyısında oynarken gelgitte suya kapıldığı sırada sürekli olarak oğlunun oynadığı yeri denetleyen, ilgili babası tarafından kurtarılmıştır. Bu kurtarılış aslında çocuğun annesinin tümörünün küçülmesiyle de paralellik gösterir. Çocuğa sonra ne olduğunu bilmeyiz. Kronolojik ayrıntılar önemini yitirir bir süre sonra Bellatin anlatısında. Tek bildiğimiz, ortada, tıbbi müdahalelerden bağımsız, mucizevi bir biçimde iyileşen bir annenin, zamanında çocuğunun hayatını kurtaran, gece olunca onu amcasının evinden alan bir babanın varlığıdır. Çocuğun öyküsünü doktora anlatışı bu farkındalıkla anlam kazanır.
Zamanında Yıldırım Türker’in de belirttiği üzere, “aile bir kazadır” ama bence Bellatin aslında bu cümlenin tespit ettiği yerden yazmakta ve anlatısını bir büyüme öyküsüne dönüştürmektedir çünkü bazı kazalar yıkıcı oldukları kadar öğreticidir de. Birinci bölümde doktorun büyümeme, kendi yaşantısını kuramama ve duygusal doyumsuzluğunu başka bedenlerde arama, oğlunu ihmal ettiğini bilmesine karşın bu bilgiyi kucaklayamaması sonucu “yozlaşma”sının (s. 25) öyküsü ikinci bölümde çocuğun paranın denetimi üzerinden bir büyüme, bir özgürlük öyküsüne bırakır gibidir. Birinci bölümde sorun çıkaran, ailenin huzurunu (!), toplumsal itibarını lekeleyen oğulun katledilmesi (s. 41-42) yerini ikinci bölümde babanın oğlunu yükselen sulardan kurtarmasına, babanın oğula verdiği yaşama bırakır. İkinci bölümde boğulan kız çocuğunun öyküsüyle kurulan çelişki babanın oğlunu kurtarışındaki yaşamsallığı perçinler. İlk bölümdeki evlat katilliğinin de bir kez daha altını çizer. Kadının kızına yönelik umursamazlığıyla, doktorun oğlunun durumuna yönelik umursamazlığı aslında aynı kapıya çıkmaktadır. Anne babaların ilgisizliği ve sevgisizliği bağlamında denize düşüp boğulmakla, uyuşturucu batağında boğulmak arasında pek bir fark yoktur aslında.
Anneler babalar, cinsel birlikteliklerinin biyolojik bir tesadüfü (kazası olarak da okunabilir) olan çocuklarına boş zamanlarında çin daması (s. 54) oynayacak, sıkıntı giderecek nesneler gibi davranadursun, çocuklar için anne babalar aslında birer egemenlik yapılarıdırlar. Çocuklar bu yapıların farkına varıp ona göre yaşamlarını denetleyebildikleri, arzularının ekonomisinde kendi seçimlerini yapabildikleri ölçüde özgürdürler. Yoksa mutsuz bir evlilikle ya da uyuşturucu koması süsü altında baba elinden gelen bir ölümle (s. 41-42) kurban olmaları kaçınılmazdır.
Yineleyelim, aile, elbette, bir kazadır, ve ekleyelim, kazanın failleri, başka anne babaların ürünü olan anne babalardır. Arzunun ekonomisinin ideolojik olduğunu belirtmiştik. Bu ideolojinin izini süren Çin Daması’ysa, toplumdaki yozlaşmanın ve huzursuzluğun faillerini arayan tedirginlik verici, okunması o kadar da kolay olmayan bir polisiyeden başkasına da dönüşemezdi sanırım.
Kaynakça
Althusser, L., İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Çevirmen: Alp Tümertekin, İthaki, İstanbul, 2003 [1970].
Bellatin, M., Çin Daması, İspanyolcadan çeviren: Pınar Savaş, Notos Kitap, İstanbul, 2012 [1995].