https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
 
Okumak ve yazmak özel bir yalnızlık türüyse, okumanın ve yazmanın özel bir türü olan felsefe okumanın ve yazmanın ötesinde bir tanıklık, bir yaşantıymış gibi görünüyor bana. Tanıklık sözcüğünü burada okurken, yazarken ve yaşarken görerek bakmanın, kişiler arasında gelişen bir tür ortaklaşa sezginin de uzantısı olarak kullanıyorum. Görerek bakmak bakarken sezgilerine güvenmek, gördüğünün farkına varmaktır. Vardığın yerde var olmaktır, var olmanın bilincinde olmaktır. Tanıklık bu varoluştan gelir zaten. Birilerinin öteki canlıların varlığına tanıklık etmesi ve bu tanıklığın görkeminin, biricikliğinin, hem bireyselliğinin hem de toplumsallığının, hem benzersizliğinin hem de aynılığının bilincinde olması ise felsefeyi gündelik yaşantıya dönüştürmez mi? Felsefeyi asık yüzlü, kalbur üstü ağır akademik metinler manzumesi olarak düşünürsek onu yaşantıya dönüştüremezmişiz gibi gelmiştir bana hep. O yüzden, her şeyden önce felsefe bir tanıklık, bir sezgisellik türüdür, diyorum. Bana öyle geliyor ki ötekine tanıklık ettikçe onun tarafından tanınırız, başkalaşır, çelişkili bir ruhsal dinamikle kendimizi tanır, Sokrat ustanın, “kendini tanı” buyruğunu yaşarız. Bu noktada İsmail Güzelsoy’un bir romanının adı süzülüyor kalemime: “Seni Seziyorum” 

Yaşamımın hiçbir döneminde çok sıkı ve disiplinli bir felsefe okuru olmadım ama az da olsa okuduğum her felsefe metninden, dinlediğim her felsefe tartışması ya da seminerinden sonra okuduklarımı ve dinlediklerimi hep gereğinden fazla ciddiye almışımdır, kendi kendimi çok sorgulamışımdır, kendi kendimin peşine çok düşmüşümdür. Bu çaba beni çok düşündürmüştür, hâlâ da düşündürür. 45 yıllık yaşamımda geriye doğru şöyle bir baktığımda görüyorum ki düşünsel dönüm noktalarımda felsefi ya da doğrudan felsefeyle ilgili olmasa da benim felsefi olarak algıladığım kimi tanıklıklar var. Bunlar yoğun akademik okumaların yol açtığı tanıklıklar olmasa da beni beslemiş ve sezgilerimi güçlendirip onlara güvenmemi sağlayarak iç dünyamı yeşertmiştir.
Okumaktan çok dinlemişimdir ve bundan suçluluk duymuşumdur kimi zaman. Bir tür hazıra konma hali yaşadığımı düşünmüşümdür. Ama birilerinden, Picasso’nun da fazla okumadığını ama etrafındaki okuyan insanları çok iyi dinlediğini öğrenince suçluluğum azalmıştır zamanla. (Picasso’yla tek ortak yanımın kelliğim olması konusundaysaKyreneli Synesios’un Sel Yayıncılık’tan çıkan Kelliğe Övgü adlı kitap avutmuştur beni.)

Felsefeyle ilk tanışıklığım lise yıllarıma denk düşmektedir. Lisedeki felsefe öğretmenim Serap Parmaksızoğlu çok canayakın, son derece sıcak ve samimi bir kadındı ve Eflatun’un Mağara Benzetmesi, idealar gibi en karmaşık konuları bile gündelik bir dille anlatabilme becerisine sahipti. O derslerdeki serbesti duygusunu, düşünsel, entelektüel doyumu yaşadığım diğer bir ders yine lisedeki Oya Sezer’in psikoloji dersiyle, sevgili Lalegül Ergün’ün biyoloji dersiydi. Sanırım bu derslerin de etkisiyle felsefe benim hep sistematik bir biçimde okumayı çok istediğim ama hayatın hayhuyu içinde oradan oraya savrularak yaşadığım bir okuma alanı oldu. 

Derslerden bağımsız olarak ilk felsefe metni okuma denemem zamanında İdea Yayınları’nın Copleston çevirileri oldu. On yedi yaşımdaydım sanırım, okumayı çok seviyordum ve hafta sonları Göztepe’deki evimizden Kadıköy çarşısına iniyor, amaçsızca dolaşıp, bir yerlerde İskender’imi yedikten sonra kitapçılarda eşinip duruyor, harçlığım elverdikçe koltuğumun altında birkaç kitapla eve dönüyordum. Yine böyle bir hafta sonu gittiğim Kadıköy’deki kitapçılardan birinde gördüğüm o kuşe kâğıda basılı, beyaz kapaklı, tıkız ciltlerin beni ne kadar heyecanlandırdığını anlatamam. İlk Çağ filozoflarından başlayıp özellikle Batı felsefesinin tüm macerasını anlatıyordu bu ciltler. Daha o zamanlardan peşimi bırakmayan, her konuyu illâ ki en başından okuma takıntımla ilk cildi hevesle satın aldım. Ama daha eve dönüş yolunda otobüste kitabı okumaya başlarken ilk hayal kırıklığımı yaşayacaktım. Bu ne anlaşılmaz bir Türkçe’ydi böyle. Neredeyse tamamı devrik bütün bu cümleler de neyin nesiydi. Hemen pes etmedim tabii. İdea Yayınları’ndan aldığım o ilk ve son cildi bir kaç kez daha yeniden okuma girişiminde bulundum. Yine de bende bir sorun olmadığını, bu çevirilerin gerçekten de sorunlu, bozuk bir Türkçe’yle çevrilmiş olduğunu anlamam yıllarımı aldı. Allah’tan felsefeden soğumamıştım. Sonraları çeşitli anlamlarını öğreneceğim ve deneyimleyeceğim yabancılaşma böyle bir şey miydi? Bu sorunun yanıtını çok geçmeden bir felsefe ödevi için Varoluşçuluk’u sunmak istediğim zaman öğrenecektim. 

Varoluşçuluğu sunmak. Sanırım, şu kısa hayatımın bir kısmında rahmetli Asım Bezirci’yle aynı havayı solumamış olsaydım, onun çevirdiği ve/veya yayına hazırladığı kimi kitaplar olmasaydı bir yanım eksik kalırdı. İlkokul ve ortaokul yıllarımın teslimiyetçiliği yerini lise yıllarımın sorgulayıcılığına bırakırken, merakım beni Asım Bezirci’nin Say Yayınları’ndan çıkan, kırmızı kapaklı J. P. Sartre’ın Varoluşçuluk kitapçığıyla tanıştırdı. İncecik bir kitaptı bu ama cüssesinden beklenmeyecek bir güçle sarsmıştı beni. Varoluşun özden önce geldiği, insanın bu yaşamda ne yaparsa yapsın bu yeryüzünde yapması zorunluluğu, bu zorunluluktan doğan sorumluluk duygusu vs. uzun lafın kısası yoldan çıkmaya doğru emin adımlarla ilerliyordum. Asım Bezirci’nin kitabından önce okuduğum, sayesinde insanın yeryüzündeki yalnızlığının, yaşamının belirsizliğinin kaynaklarına ve sonuçlarına tanıklık ettiğim Orhan Hançerlioğlu’nun Düşünce Tarihi’nin kanırttığı, beni eski alışkanlıklarımdan, güven verici dayanaklarımdan sıyrılmaya sevkettiği için ödümü patlatan farkındalık hislerim ve şüphelerim yerini tuhaf bir iç ferahlamasına bırakmıştı. İnsanın soru sormaktan ve bu soruların bir kısmını yanıtlamaktan (ya da yanıtlayamamaktan) korkmamasının ne büyük bir kıvanç olduğunu seziyordum. 

Sezgilerim ve tanışıklığım beni tam da üniversite sınavlarına yaklaşırken yakalamıştı tabii. Üniversite! Üniversite deyince aklıma Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında Selim Işık’ın ve Bir Bilimadamının Romanı’nda yaşamöyküsünü romanlaştırdığı hocası Mustafa İnan’ın üniversiteye bakışı ve hayal kırıklıkları geliyor. Bizim güzide ülkemizde insanlar merak ettikleri konularda derinleşmek için üniversiteye gitmezler. Bizim nadide ülkemizde insanlar adam olmak için de üniversiteye gitmezler. Bizim benzersiz ülkemizde insanlar meslek sahibi olmak için, iyi kötü bir diploma için, hiç olmadı “altın bilezik” sahibi olmak için üniversiteye giderler ve sevmedikleri işleri yapıp, sevmedikleri bir yaşantıyı sürdürmenin ilk adımlarını atmayı öğrenirler. Oysa ben kendime iş beğenemiyordum bir türlü. Öğretmenlik, psikologluk, yazarlık, gazetecilik vs. Hepsine bir kulp takıyordum. Hiçbirini istemiyordum. Arkadaş, diyordu her zamanki gibi büyükler, sen felsefeyle edebiyatla gene ilgilen hobi olarak ama meslek için başka bir şey bulmalısın. Bense felsefe akademisyenliğinin bana çok uygun olduğunu düşünmeye başlamıştım. Hem meslek hem hobi bir arada. Ne maaşlardan haberim vardı, ne de geçim derdinden. Annemle babamın da benim iç dünyamda olup bitenden haberi yoktu. Ya da vardı da pratik davranıp görmezden geliyorlardı, diyelim. Annem uluslararası ilişkiler okumamı önerirken, babam da herhalde bir zamanlar ortaokulu bitirirken matematikten, hesaptan, kitaptan hiç mi hiç anlamadığımı hiçe sayarak beni evimizin hemen aşağısındaki ticaret lisesine yönlendirmesini telafi etmek için herhangi bir alanda akademisyen olmamı destekliyordu. 

Sonunda anneme felsefede karar kıldığımı, üniversite sınavında tüm tercihlerimi üniversitelerin felsefe bölümlerine yönelik yapacağımı, neresi denk gelirse oraya gideceğimi, zamanı gelince bölümde kalıp akademisyen olarak ekmeğimi de kazanacağımı söyleyince kıyamet koptu tabii. Babam için sorun yok gibiydi, oysa annem resmen çıldırdı. Kendini yerlere attı, ağladı, göğsünü bağrını yırttı, saçını başını çekiştirdi, bana sütünü helâl etmeyeceğini haykırdı. Bunları izlerken şaşkınlıktan, her şaşırdığımda yaptığım gibi pis pis sırıtıyordu.Zaten, diyordu, odana kapanıp dışarı çıkmıyorsun, sürekli okuyup duruyorsun, bir de felsefe okuyup başıma delireceksin, diyordu. Yahu, akademisyen olacağım işte, hem işimi yapacağım hem de keyif aldığım bir uğraşım olacak, daha ne olsun, diyordum; yok, ben biliyorum felsefeyi,felsefe adamı delirtir oğlum, diyordu. Ben de daha ne diyeceğimi bilemiyordum. Tabii benim jeton sonradan düştü. Yani bu tepkinin şiddetinin, bu felsefe korkusunun ardındaki nedeni sonradan anladım. Bir komşumuzun, çok zengin bir aileden gelen, Almanya’ya fizik okumaya gidip, orada boş zamanlarında işçilik yapıp kendini felsefeye “kaptıran” dönünce de hiç evlenmeyip, hiç çalışmayıp, kendini kitaplarla dolu evine kapatan dostu vardı. Kimseyle doğru dürüst konuşup ilişki kurmayan, yalnızca ağabeyiyle bir evde oturup kitap okuyan, aileden gelen parayı istifleyen bu arkadaşla çok istediğim halde tanışma şansım bile olamadı. Onunla tanışınca etkisinde kalacağımdan korktular herhalde.

Neyse, sorun bir şekilde çözülecekti tabii. Felsefe aslında sanıldığından daha fazla ayakları yere basan bir alandı. Farkındalığım arttıkça izlediğim filmleri, okuduğum felsefe dışındaki kitapları farklı gözle görebilir olmuştum. Tam o sıralarda, adını hatırlamadığım bir Türk filmi izliyordum. Zengin bir ailenin oğlu fakir bir genç kıza aşık olup evlenmek isteyince ailesi tarafından evden atılıyordu. Adamın bir gününü izliyorduk. Üstte başta yok, buz gibi bir soğuk, elleri cebinde iş arayan, tabii bulamayan bir adam. Acından ölecek, cebinde bulabileceği bozukluklarla bir büfeden aldığı kaşarlı sandviçin içinden çıkan peynir kâğıt parçası. Tabii bir gün dayanıyor adam, akşamına baba evine dönüp vazgeçiyor kızla evlenmekten. O sıralarda beni etkileyen bir diğer film de Ömer Kavur’un 1979 tarihli Yusuf ile Kenan adlı muhteşem filmi olmuştur. Beni en çok etkileyen sahne Yusuf’un ıslah evine düşmesinden sonra Kenan’ın bir işçi ailesinin sofrasına konuk olduğu sahneydi. Bu sahne beni neden bu kadar çok etkiledi şimdi tam bilemiyorum açıkçası. İnsanın seçimleriyle yaşamını biçimlendirmesindeki tutarlılıkta yeni yeni farkına vardığım varoluşçu bir tını mı sezmiştim? Bu sezgilerin üzerine yine bir gün televizyonda bir sohbet programında rahmetli Mehmet Ali Birand’la tanışmam ve onun gazetecilik, yazarlık yaptığını, bunlardan önceyse Fransız Filolojisi okuduğunu öğrenmem benim için tam bir aydınlanma anı oldu diyebilirim. Felsefe bir duruştu benim için her şeyden önce. Bu duruşa sahip olmak için illâ ki felsefe akademisyeni olmaya gerek yoktu. İngiliz Dili ve Edebiyatı okumak da bu duruşu besleyebilirdi kuşkusuz. 


İngiliz Dili ve Edebiyatı’yla tarifsiz bir okuma macerasına atıldım. Okumalarımın büyük bir kısmını kurgu metinler oluşturmuştur. Sezgilerimi güçlendiren felsefeyle dirsek temasında giden Milan Kundera’nın romanlarını okurken kendimden geçiyor, Rollo May’in Yaratma Cesareti’yle doğru yolda olduğumu hissediyor, Aristo’nun Poetika’sıyla akademik olarak besleniyor, Sir Philip Sidney, John Donne, John Milton, William Blake gibi şairlerin felsefi tutumlarıyla hemhal oluyor, Robert Alter’ın “self-reflexivity” [bir yapıtın kendi yazılış sürecini söz konusu etmesi] kuramı ile İngiliz romancı Laurence Sterne’ün Tristram Shandy’sini analiz edip kendimden geçiyordum. Postmodernist felsefi duruş, gerçeğin çoğulluğu, belirsizliği, eserde işlenen konudan çok biçemin, kurgusallığın öne çıkışı çok cazipti henüz benim için. İnsan ve toplum sorunlarının biraz daha ikinci planda kalışı çok da önemli değildi benim için. 

İngiliz Dili ve Edebiyatı okurken, akademisyen ve sinema yönetmeni dostum Ali Murat Akser’i ziyaret etmek için Boğaziçi Üniversitesi’ne gitmişken tesadüfen Felsefe Bölümü başkanı rahmetli Prof. Arda Denkel’le yaptığımız kısa sohbet beni ne kadar sevindirmiştir. İngiliz Dili ve Edebiyatı’ndan sonra Felsefe’de akademik çalışma yapma düşüncem ise bu orta yaşlı sakin görünümlü adamı içtenlikle sevindirmiş olmalı ki, ne mutlu bize, demişti, bana. Bizim öğrencilerimiz İşletme okuyup reklâmcı, metin yazarı oluyorlar, yetiştirecek akademisyen adayımız yok, diye yakınmıştı. Tabii savrulup gittik. Sonra Arda Hoca’nın ölüm haberi geldi bir ara.
Felsefeyi bir tanıklık türü olarak ele alınca elbette Oruç Aruoba’nın şiirlerinden bahsetmeden olmaz. Bir ara neredeyse birbiri ardınca Metis’ten yayımlanan de ki işte gibi şiir kitapları yazdı Aruoba. Bir süre boyuna bu kitapları okuduğumu hatırlıyorum o sıralar tanıştığım ama adını maalesef unuttuğum, o tatlı esmer güzeli bir kızın önerisiyle. (Aklı başında erkekler iyi şairleri ve yazarları kendilerini önemseyen kadınlardan öğrenirler.) Aylarca Aruoba’yla, onun şiirlerinde yarattığı biraz modernist biraz postmodernist dünyanın içinde devindim: Edebiyata, yaşama bir parça akılla, bir parça da gönül gözüyle, sezgiyle yaklaşmak konusunda haklıymışım, diyebilirim şimdi o yılları hatırlamaya çalışınca. 

Üniversitedeki son senemde Doç. Dr. Akın Etan’dan Bilgi Kuramı dersi aldım. Bu dersin çerçevesi açısından ilk önemli soru Akın Hoca’nın da belirttiği üzere, “Bilgi nedir?”, sorusuydu. Ama bu soruyu yanıtlamak için öncelikle, ikinci bir soruyu yanıtlamak gerekiyordu, “Dünyaya ilişkin bilgimizin kaynağı nedir?”Gözlem ve deney mi? Edebiyat ve sanat mı? Yani hayal gücü mü? Açıkçası, o derste çalıştığımız felsefecileri, incelediğimiz, tartıştığımız önermeleri unuttum. Ama bugün, Hasan Ali Toptaş üzerine bir çalışmanın başlığından ödünç alacak olursam “belirsizliğin bilgeliği” ile hemhal olabiliyorsam, bu bilgeliğin kazandırdığı huzursuzluğu hazla yaşayabiliyorsam sanırım Akın Hoca’yla olan tanışıklığım bunda büyük rol oynuyor. 

Beni en çok etkileyen tanıklıklardan biri de Bertrand Russell’ın Batı Felsefesinin Tarihi adlı çalışmasıdır. Kitabın tümünü okuyamadım maalesef. Çok denedim, sayfa bir deyip hırsla bir solukta okumaya giriştim defalarca ama her seferinde başka okumalara savruldum ve bu kitaba geri dönemedim. Zaman zaman, uzun aralıklarla dönüp okuduğum, başvuru kaynağı olarak kullandığım oldu. İlginç bir metindir, roman tadındadır. Russell’ın filozofları onun eğlenceli romanındaki davetli davetsiz karakterler gibi salınıp dururlar kendi kendilerine. Gerçeğin, gerçeğin aldığı şekillerin, yaşamı yorumlama, bu yorumdan yeni düşünceler türetme sancısının peşindedirler. Kitap sabırlı bir romancı kavrayışıyla 1950’ye kadar gelir. Benim en çok yararlandığım kısım, zamanında Laurence Stern’in Tristram Shandy adlı romanını incelerken Parmenides’in öğretisinin anlatıldığı kısımdı. İlginç bir insandı Parmedines. Yanlış hatırlamıyorsam daha sonra Bergson’u etkileyecek, oradan da beni Bergsoncu felsefenin ve bilinç akışı tekniğinin etkisinde kalan Bloomsbury yazarlar grubunun has yazarı Virginia Woolf’la tanıştıracaktı. Bilinç akışı tekniği anlatıcının karakterlerin bilincinden geçen düşünceleri geçtikleri haliyle, geçmiş şimdi ve gelecek arasındaki çizgisel zaman dizgesinin kırılarak aktarılmasıydı ve modernist edebiyatın en önemli meselelerinden biriydi. Artık zaman algısı boyutsaldı. Tarih ve zaman çakışmalardan oluşabilirdi böylece. Tarihdışılık ya da anakronizim söz konusu değildi. Her şey mümkündü. Yaratıcılıksa dolu dizgin. 

Felsefeyle en çok ilgilendiğim dönem sevgili İskender Savaşır’ın İçgörü’deki Heidegger seminerlerini dinlediğim dönemdir. Doğrusunu isterseniz, temel metinleri okumadığım için pek bir şey anlamıyordum ama artık sezgilerime güvenmeyi öğrenmiştim. Hem otuzlu yaşlarıma da yaklaşıyordum artık. Hayatı yirmi beş yıllık dilimlere ayıracak olursak, ilk yirmi beşi geride bırakmış, ikinci yirmi beşin peşine düşmüştük. İlk defa bu seminerlerde varoluşçuluğun Sartre’dan ibaret olmadığını pekiştirdim. Her ne kadar Nazi partisine olan üyeliğinden ölene dek vazgeçmese de önemli varoluşsal sorular sormaktan vazgeçmeyen Heidegger gibi bir filozofla tanıştım. Doğrusunu isterseniz, Heidegger’ın yazım tarzını anlayamıyordum, çetrefilli dilini bir yere oturtamıyordum. Ama bir gün İskender “dasein”ı anlatırken bir örnek vermek ihtiyacı duydu ve bunun, yanlış hatırlamıyorsam, bir tür barındırma çabası olduğunu söyledi. Barındırmak derken İngilizce “retain” sözcüğünü kullanıyordu. Sanırım yaşantının tüm yönleriyle, hem olumlu hem de olumsuz yanlarıyla kucaklanmasını kastediyordu. Bir örnek de vermişti hatta. Örnekteki mantıksızlığı bir kenara bırakıp içeriği yorumlarsak daha iyi anlayacaktık. Bir gün İstanbul’dan arabayla Bodrum’a gittiğimizi ama Balıkesir, Bursa üzerinden değil de, daha manzaralı ve riskli Çanakkale ve İzmir üzerinden gittiğimizi varsaymalıydık. En virajlı noktalardan birinde manzaranın çekiciliği ve dayanılmazlığına teslim olup, bir ufak çilingir sofrası kurup yola öyle devam etme kararı alıyorduk ve haliyle kaza geçiriyorduk. İşte “dasein” ve onunla ilgili olan barındırma burada devreye giriyordu. Yaşamak için ikinci bir şans verilse ve kaza yapacağımızı bilsek de yine de o çilingir sofrasını kurmalıydık. Bu öyküdeki, tüm yönleriyle yaşamı kucaklama hissi beni derinden etkilemişti.
 
Savaşır’ın bendeki emeğinin bir anekdotuysa şimdi adını unuttuğum, o zamanlar 16 yaşında tıfıl bir felsefe gönüllüsü olan bir gençle ilgili yorumudur. O sıralar sevgilim olan genç kadın Açık Radyo’da çalışıyordu, ben de arasıra Radyo’ya gidip takılıyordum, sevimli Ömer Madra’yla iki lafın belini kırıyor, Romanımla Sana Bir Ses’in devamını beklediğimi belirtiyordum, gülüşüyorduk. Bir gün Radyo, genç felsefeci diye işte bu adını hatırlayamadığım, iddiasız görünümlü ve nahif delikanlıyı konuk etti. Söyleşinin konusuna ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum ama hatırladığım bir şey varsa delikanlıya imrendiğimdi. Bu kadar genç yaşta temel metinleri okumuş ve yorumluyor olması bende hem hayranlık hem de huzursuzluk doğurmuştu. Bu deneyimimi, henüz İskender’in hayat ve insanlarla ilgili duruşunu tam hazmedememiş biri olarak onunla paylaşınca, beni şaşırtan bir şey olmuştu: İskender’in yüzü aydınlanmış, ne kadar güzel bir şey bu demişti gülen dev, 16 yaşında bir gencin felsefeye olan ilgisi için. Israr etmiştim, ama son derece iddiasız ve naif, demiştim. Yine kocaman gülmüştü İskender, felsefe zaten olabildiğince iddiasız ve naiftir, demişti. Bu sözlerin ne kadar önemli bir sezgiselliğe işaret ettiğini şimdi, yıllar sonra, anlayabiliyorum. 
İskender Savaşır’ın Cumhuriyet gazetesinin kimi yazarlarının etkisiyle hep aklın üstünlüğü, akılcılığın yaşamı algılamadaki tek ilke olduğu şeklinde yorumlamaya alışık olduğumuz, Descartes’ın “Cogito ergo sum” önermesinin yıllarca ısrarla yanlış yorumlandığını belirtmesi de beni benden almıştır. Cogito aslında aklı, düşünme eylemini öne çıkaran bir önerme değildi ona göre. Daha çok bir farkındalıktan bahsediyordu Descartes. Şu anda düşündüğümün farkındaysam varım, diyordu Descartes. İskender, orada düşünüyorum, değil de, oturuyorum dese de olurdu bir bakıma, demişti. Oturuyorum, oturduğumun farkındayım, bilincindeyim, öylese varım. 
Cogito’nun yanlış anlaşılmasıyla yaşadığım sarsılma, bir zamanlar yönetici asistanı olarak çalıştığım bir danışmanlık merkezinde felsefi danışman Erol Coşkuner’le ve onun ilgilisiyle ve meraklısıyla evinde toplanıp okuduğu ve yorumladığı Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt’üyle sürmüştür. Felsefeyi kuru akademik tartışmalardan ibaret saymama, metinleri, yorumları, yaşamın içinde, insan sorunlarıyla hemhal olarak okuma alışkanlığı ve refleksini bu toplantılar sırasında benimsediğimi belirtmeliyim. Yaklaşık iki buçuk yıllık bir Nietzsche dinletisi ve tartışması, Erol’un akademik felsefenin bireye bir yaşama yöntemi önermediği, bilginin aktarılmasında eski usta çırak zincirini kırdığı, filozofça düşünmeyi ve yaşamayı sunmadığı yolundaki görüşleri düşünce dünyamı alabildiğine esnetmiştir ama bir o kadar da düşüncelerimi belirsizleştirmiştir. Belirsizleştirmiştir çünkü Erol tüm kavramların içini boşaltabilmiş ya da şimdi, yıllardır görüşmediğimiz bir noktadan bakınca, boşalttığını iddia eden biriydi ve mutluluk, sevgi, emek, borç, hak, adalet, kahramanlık, iyilik ve kötülük gibi kavramların kullanıldığı bağlama, o bağlamdaki anlık insan sorunları, çıkarlarıyla yeniden anlam kazandıklarını, hiçbir kavramın evrensel olarak doğru bir anlamı olmayacağını ileri sürüyordu. Bu tutum bir yanıyla müthişti ama bir yanıyla kaypaktı da. Sorumluluk duygusu, diğerkâmlık, cömertlik, paylaşımcılık, dayanışma. Bunların hepsi boş muydu yani? Ona göre evet, boştu ve her bir deneyimle yeniden ve yeniden doluyordu. Çünkü kavramları gerçek zannetmemeliydik, gerçeğin farklı görünümleriydi onlar ve kaypak olan kavramlardı, kavramları gerçek zannetmekti. Dolayısıyla hepimiz farkında olmadan bir tür idealizm içinde kıvranıp duruyorduk. Tüm takıntılarımız, sabit fikirlerimiz, inandığımızı sandığımız kelimeleri gerçek zannetmekten ileri geliyordu, bu yüzden hayvanca bir algıya ama bu algıyı biçimlendirecek insanca, yalın, çıplak, ahlakdışı bir kavrayışa ihtiyacımız vardı. Hatta şöyle diyaloglar kurduğumuzu hatırlıyorum: “Nasılsın Erol?” “Bugün nefis bir bel ağrım var.” ya da “Nasılsın arkadaş?” “Ayakkabı!”
Böyle Buyurdu Zerdüşt’e zaman zaman hep dönmüşümdür. Başucu kitabım olmasa da beni etkileyen kitaplardan biri olmuştur. Erol’la yaptığımız seminerlerin de etkisiyle, kitabın en ilginç noktalarından biri mutlulukla ilgili söylemidir. Nietzsche’ye göre yaşamları hakkında düşünmeyen kişilerde bir tür manda mutluluğu vardır. Bu mutluluk türü telaşsız ve sakindir. Elindekiyle yetinir, fazla mücadeleci değildir, hırslı hiç değildir. Bu mutluluk aşılmalıdır ama aynı zamanda kabullenilmelidir de. İkinci ve bence en ilginç nokta ise, mutlu insanın bağırsaklarının düzenli çalışmasından anlaşılacağı söylemidir. Nietzsche daha o yıllardan, bir tür sezgiyle beyinle bağırsaklar arasındaki ilişkinin farkına varmış olan bir düşünürdür. Benim en sevdiğim ise “en sessiz saat” söylemidir. Yanlış hatırlamıyorsam, bu bir tür andır, her şeyin, dengesizliğin bile dengeye oturduğu, manda mutluluğunun aşıldığı, Apollon’la barışılıp Diyonisos’la kucaklaşılan bir andır. Belirsizliğin bilgeliği en çok bu anlarda gelir ve insanı bulur. Evrenle ve doğayla bütünleşme, dış etkenlerden bağımsız bir huzur anıdır bu. 
Yine de şimdi düşünüyorum da tıpkı Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu romanının alımlanmasında olduğu gibi Nietzsche okurken de dikkatli olmak gerekiyor. Bozkırkurdu da tıpkı Nietzsche kitapları gibi ilk gençlik ve orta gençlikte okur-yazar kitleleri cezbeden, onları felsefeye hazırlayan bir metindir ama alabildiğine ironiktir ve aslında bir orta sınıf entelektüel erkeğinin yetersizliğini ve zavallılığını anlatır. Dolayısıyla zamanında Fethi Naci’nin, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı için yaptığı uyarıyı burada da ben yapmalıyım: yeterince toplumsallaşmamış, politik bilinci oluşmamış insanlar Herman Hesse’yi ve bizim konumuz çerçevesinde Nietzsche’yi okurlarken dikkatli olmalıdır, alımlı sözlere, parıltılı aforizmalara kapılmamalıdırlar. Her ne kadar Nietzsche kendisinden sonra gelen Michel Foucault, Jacques Derrida gibi kimi felsefecileri etkilemiş ve Batı felsefesinde çığır açmışsa da onun düşüncelerinin Alman Faşizmi’yle ilişkisini, o ideoloji çerçevesinde rahatlıkla kullanılabilmiş olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Kavramların içini boşaltabiliriz tabii. Onlardan kurtulmak, onları gerçek sanmamak, yaşamın gerçekliğini en arınmış haliyle görmek için. Ama bu, biz kendimizi özgürleştireceğiz diye kavramları boşaltırken, başkalarının o kavramları kendilerince doldurmasına izin vermemiz gerektiği anlamına gelmemeli. Belirsizlik o belirsizliği aklın ve vicdanın süzgecinden geçirdiğinizde, ötekini, öteki insanların acılarını yok saymadığınızda sizi bir farkındalığa, bir bilgeliğe ulaştırabilir. Bence belirsizlik bir tür hakikatsızlık ya da akıldışılık demek değil de bir olanak zenginliği olarak benimsenirse yaratıcı ve dönüştürücü bir güç, bir bilgelik kazandırıyor insana. 
Bütün bu meselelerle hemhal olduğum ve bazı açılardan beni beslediklerini düşünsem de bazı açılardan da tam doyurmadığını hissettiğim sırada iki tanıklığı aynı anda yaşadım. İlki bir fotoğraf karesiydi. İkincisiyse bir anı kitabının ilk cildi. Fotoğraf karesi Almanlar’ın 2. Dünya Savaşı sırasında kurdukları toplama kamplarından birinin ana giriş kapısını gösteriyordu, kapının üzerinde büyük harflerle Çalışmak Özgürleştirir yazıyordu Almanca olarak. Bu sözleri ilk okuduğumda otuzlu yaşlarıma yeni girmiştim, askerlik hizmeti çoktan geride kalmıştı ve 7-8 yıldır da bilfiil çalışmaya başlamıştım. Kazandığım para istediğim kadar çok kitap alıp hem de kaliteli bir yaşam standardı tutturmama yetmiyordu. Ek iş olarak yine kurslarda İngilizce öğretmenliği yapıyor, aynı zamanda da çeviriler yapıyordum. İstediğim kitapları satın alabilmek, evimin kirasını ödeyebilmek, temel ihtiyaçlarımı karşılayabilmek için para kazandığımda satın aldığım kitapları okuyabileceğim, sevdiklerimle vakit geçirebileceğim çok kısıtlı ve bana hiç yetmeyen bir boş zamanı satın alabildiğimi fark ediyordum. Çalışmanın beni özgürleştirdiği falan yoktu. Tam tersine, para kazanmak için çalışmak size boş zamanı satın aldırmıyordu. O sıralarda maaşımı almak için girdiğim ATM gişesi önündeki kuyruklardaki heyecanımı bir anlığına Pavlov’un köpeğinin sevincine benzetmiş, kendi kendime acı acı gülmüşümdür. Anlamışsınızdır. Ben tarihsel maddecilikle Politzer’in Felsefe’nin Temel İlkeleri ya da Charles Darwin’in Türlerin Kökeni ile değil Paul Lafargue’nun Tembellik Hakkı üzerinden, Amerikalı sosyolog Erik Olin Wright’ın sınıfsallık tartışmaları üzerinden tanıştım. Ve bu noktadan sonraki bütün tanışıklıklarımı, günahlarıyla sevaplarıyla, sorgulayarak, çelişkileriyle, sorunlarıyla boğuşarak, karşı çıkarak, hakkını teslim ederek, kimi yanlarını reddederek bu tanışıklığın üzerine inşa ettim. Bu konuyla ikinci tanışıklığım, doğrudan felsefeyle ilgili olmasa da tarihsel maddecilikle ilgili düşüncelerimi törpüleyen, beni sakinleştiren, meseleleri netleştirmemi sağlayan, bazı kavramların içini boşaltırken, bazı kavramların gerçekliğini unutmamamı sağlayan Gün Zileli’nin anıları olmuştur. Onun bütün görüşlerini anlayacak ve benimseyecek donanımda olduğumu hâlâ söyleyemem ama onun, yazılmaları yirmi küsur yıla yayılan, yaklaşık elli altmış yıllık bir zaman dilimini kapsayan anıları gerek felsefeye, gerekse insan sorunlarına ilgi duyan herkesin tanıklık etmesi gereken metinlerdir. Hem yazılışlarındaki yalınlık ve çıplaklı, hem de söz konusu ettiği yaşantılar toplamının işaret ettikleri açısından. 
Gün Zileli’nin yıllar içinde çıkan anılarını okuyadururken, Karen Horney’nin, Nevrozlar ve İnsan Gelişimi kitabını çevirmenin beni sarstığını belirteyim. Daha doğru bir deyişle, belki de okuduğum anıların da etkisiyle, bu kitabın beni sarsmasına, beni yaşamımla yüzleştirmesine izin verdim. Sezgilerim bir kez daha devredeydi. Yaşantı akıp gidiyordu ve bu akıp giden yaşantı içinde bizler ana-babamızla, toplumumuzla ve kendimizle cebelleşerek varolmaya çabalıyorduk. Peki yaşantımızın ne kadarı bizimdi? Biz ne kadar kendimizdik? Yaşamımızı kimin için yaşıyorduk? Yaşamlarımız, seçimlerimiz üzerine düşünüyor muyduk? Oğlum Özgür doğalı bir kaç ay olmuştu, eşim haklı olarak benden sürekli bir ilgi ve destek bekliyordu, yazmam gereken bir doktora tezi vardı, yazmam gereken öyküler ve romanlar vardı, okumam gereken gazeteler, dergiler ve kitaplar vardı, arada hal hatır sormam gereken anne, baba ve kardeş vardı. Geçinmek, çocuğa mama ve bez almak için kazanmam gereken paralar vardı. Ve ben hiç düşünmeksizin, hırsla, ağzım sulanarak bu çeviriyi yapmayı kabul etmiştim. Fazla kalın bir metin değildi. İngilizcesi de çok zorlayıcı değildi. Ama para getirisi azdı bütün çeviri işlerinde olduğu gibi. Gene de aldım. Neden? İroniktir, bunun nedenini kitabı çevirdikten ve onun dile getirdiklerini sindirdikten sonra içime oturmalarına izin vermemin ardından anladım. Bu canım ülkenin bütün entelektüelleri gibi dört başı mamur bir nevrozum vardı benim de:Anlamlı bir hayatım olması için, mutlu olmak için, önemli olmak için, iyi bir evlat, iyi bir baba, iyi bir koca, iyi bir ağabey olmak için, iyi bir yazar, iyi bir akademisyen, alımlı, aşkı hak eden bir sevgili olmak için yaratmam, üretmem, parıldamam, hep başarılı olmam, yenilmemem, hayatın bana karşı açtığı bu adaletsiz savaşta onu alt etmem ve iyi para kazanmam gerekiyordu. Mutlu olmam ve mutlu etmem için bunların hepsini aynı anda, aynı mükemmellikle yapmalıydım. Bütün yaşamım -meliler ve -malılarla doluydu. İroniktir, demiştim. Tekrarlayayım, çünkü bütün bunların, bu kitabı çevirdikten sonra acıdan kıskıvrak kıvranarak farkına vardım. 35 küsur yıllık koskoca bir yaşantım aslında bir enkazdan ibaretti. İnsanın hayatında ne kadar çok -meli -malı varsa o kadar kör oluyordu. Önce kendine sonra başkalarına, başkalarının acısına. Oysa insan mutlu olmak için yaşamazdı, yaşar ve mutlu olurdu ya da olmazdı. İkisi de birdi aslında. İnsan olan biraz mutlu olabilir biraz da mutsuz olabilirdi. Mutlulukla mutsuzluk iki kardeştiler ve insanı öldürmezlerdi. İnsan kendini daha parıltılı ve alımlı hissetmek için öykü yazmazdı ya da öykü yazdığı için parıltılı ve alımlı hissetmezdi. Öykü yazardı sadece. Su içer gibi. Acıktığında yemek yer gibi. Yüksek bir yerden atladığında yerçekimi kanunu gereği yere çakılıp ölmesi gibi. Düşüşüm, başka bir deyişle bir yarı-tanrı değil, yiyen, sıçan, işeyen, ter kokan, bunları gidermek için yıkanmak durumunda olan, düşleyen, okumayı seven, dişleri çürük, gözü çapaklı, yorulan, acıkan, sonra yiyen, sonra yine sıçan, çocuğu tuvalete götüren, yeni giysisi lekelenen, sinirlenen, sevinen, yerinen, yeren, tiksinen, tiksindiren bir insan olduğumu fark etmem çok acı verdi, veriyor. 
Dolayısıyla, yerçekimi kanunu bir kavramdan ibaret değildir. Düşersin ve ölürsün. Tüm kelimelerin içini boşaltırsan, hayatının da içi boşalabilir, kendinin de içini boşaltabilirsin, ilişkilerinin de. Kendin gibi, yaşamındaki bütün insanları da senin yarattığın ya da yarattığını sandığın senaryonun aktörleri ve figüranları sanırsın. 15 dakikalığına ünlü olmanın cazibesinin sırrı buradadır. Seninle çok da ilgilenmeyen kendi dalgasında akan hayatla giriştiğin nevrotik mücadele haksızlıklar karşısında susmaman, kendi yaşamına ve başkalarının acılarına sahip çıkman konusunda girişebileceğin mücadeleyi cılızlaştırır, önemsizleştirir. Oysa adaletsiz olan yaşam değil, gücü, yetkiyi, sermayeyi, satın alma gücünü, silahı, iktidarı elinde bulunduran bazı insanlarla bu insanların yarattıkları dünyayı yaşanabilecek tek dünya sananlardır. Ve aslında yeryüzünde hiç de o kadar yalnız değilsindir. Ve yalnızca senin çıkarların, ihtiyaçların, zevklerin, düşlerin yoktur. Başkaları da vardır. Başkaları da seninkilere benzer sorunlarla maluldür. Başkalarının da boş zamana, dinlenmeye, keyifli vakit geçirmeye, özgür hissetmeye, itilip kakılmamaya, güzel bir yaşam sürmeye, başkalarının acılarını fark etmeye ihtiyacı vardır ve başkaları da en az senin kadar kördür ama en az senin kadar görmeyi hak etmektedir. 
Yine ironiktir, tarihsel maddeciliğimi biçimlendiren, tarihselliğini belirginleştiren isimlerin başında Eric Hobsbawm geliyorsa, onu besleyen, biçimlendiren, yer yer bileyen, yer yer esneten, yer yer özgürleştiren ama idealizmimi ve mükemmeliyetçiliğimi de düşük yoğunluklu kılan isimlerden biri de bir liberal İngiliz entelektüeli olan İsaiah Berlin gelmektedir. Onun Akıntıya Karşı adlı yapıtını çevirirken Verdi’nin “nahifliği” ile ilgili yazısı beni çok etkilemişti. Mükemmeliyetçi bir yazarsanız ve bu mükemmeliyetçiliğiniz yıllarca yazmanızı, bir heves yazdıklarınızı beğenip de başkalarıyla paylaşmanızı geciktirip ertelemenize sebep olduysa bu yazı tam siz göre, diyebilirim. Çok genel hatlarıyla özetlemem gerekirse, Berlin bu yazısında Schiller’in nahif ve duygusal şairler arasındaki ayrımından yola çıkarak özelde şiire, genelde yaratıcılığa yönelik farklı iki tür felsefi ve psikolojik tutumu irdelemektedir. Onun yorumlayışına göre nahif şair doğayla ve kendisiyle barışıktır. Bu şair aktarmak istediği şeyi kendisiyle ve içselleştirdiği doğa arasındaki bütünlüğün içinde bulur. Aynı bütünlüğün okuru da kapsadığının bilincinde olarak klişeden, kalıplardan, popülerlikten, anlaşılmaktan çekinmez; anlaşıldığında ise kişiliğinden ya da özgünlüğünden ödün verdiği kaygısını ve kuşkusunu taşımaz. Alımlayıcıda yarattığı sevinç ve coşku ona kıvanç verir. Öte yandan duygusal şairde bu tür bir gündelik doğa-insan bütünleşmesinden söz edemeyiz. Bu bütünleşme onun tarafından içselleştirilememektedir. Bütünlük yitirilmiştir ve dışsallaştırılmıştır. Doğa, artık onu yeniden keşfetme sancısı çeken şairi kıvrandıran bir ideale dönüşmüştür. Bu şair kendi kendisiyle doludur. İçsel uyumunu yitirmiştir. Huzursuzdur. Sonsuz ve yıpratıcı bir çaba içinde imkânsızı, en yükseği, en dokunulmamışı arar. Dolayısıyla toplumuyla, toplumsal alışkanlıklarla da barışık değildir. 
Burada tarif edildiği kadarıyla nahif şaire atfedilen yaratıcılık tutumunun, yazı dünyama yönelik felsefi duruşumu seyrelten, beni sakinleştiren, cömertleştiren, algılarımı esneten bir yanı olduğunu belirtmeliyim. Oldum olası her türden toplum mühendisliği girişimlerinden tiksinmişimdir. Bu tiksintinin ne kadar yerinde olduğunu bir kez daha görmüşümdür Berlin’i okuduktan sonra. Diyebilirim ki “kişisel olanın politikliği” üzerinden seyreden ve beni hep etkilemiş olan feminist ilke açısından bile mükemmeliyetçiliğimi törpüleyen, kişiselimde politik olarak gizil olanı kimseye dayatmadan ama meramımı da anlatmaktan çekinmeden paylaşabilmem için bana yeni bir dağarcık kazandırmıştır bu güzel yazının tanıklığı.
Tüm esnekliğime ve özgürlükçü tutumuma karşın, genel olarak, insan sorunları karşısında iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikili karşıtlıkları reddeden, kişisel ve toplumsal kararlarda aklın rolünü hafifseyen, insanın dünyasına ilişkin algısını belirsizleştiren, disiplinlerarası çalışma yöntemini abartarak disiplinlerin kendilerine özgü bilgi üretme mekanizmasını soluklaştırıp yer yer elmalarla armutların birbirine karışmasına neden olan postmodernist tutuma temkinli yaklaşmışımdır. Tam da bu temkini zaman zaman sorgularken, Alan Sokal adlı bir biliminsanın kopardığı fırtına imdadıma yetişmiştir. 
Postmodernizmle ilgili kafamdaki soruları yanıtlamaya çalışırken zaten Frederic Jameson, Terry Eagleton gibi yazarların tarihsel maddeci söylemlerinin az çok farkındaydım. Bununla birlikte, bir yerde okuduğum kadarıyla, kendileri postmodernist oldukları iddiasında hiçbir zaman bulunmadıkları halde, postmodernizme esin vermiş Jacques Derrida, Michel Foucault, Jacques Lacan gibi yazarların da kimi makalelerini ya da o yazarlarla ilgili kimi çalışmaları takip ediyordum. Yine de tam yolunda gitmeyen bir şeyler var gibiydi çünkü o yazarlardan etkilenen, o yazarlarla eleştirel bir diyalog halinde olan Judith Butler, Julia Kristeva ve Luce Irigaray gibi yazarların yazdıklarından da özellikle toplumsal cinsiyetle ilgili tatmin edici farkındalıklar devşirebiliyordum. Tam da postmodernizme kaynaklık eden en önemli bir metinlerden biri olan Jean-François Lyotard’ın 1979 yılında yayımladığı Postmodern Durum adlı kitabını 90’ların sonu, 2000’lerin başı sularında okuduğumda Berlin Duvarı ve Rusya Komünist Partisi sanki aynı zaman koridorunda yıkılmış gibi oldu. İşte yukarıda adını andığım matematik profesörü Alan Sokal’ın Transgressing the Boundaries: Towards a Transformative Hermeneutics of Quantum Gravity [Sınırların İhlali: Kuantum Yerçekiminin Dönüştürücü bir Yorumbilimine Doğru] adlı makalesi Social Text dergisinin 1996 Bahar sayısında yayımlanmıştı. Aslında bu makale, kaynakçasından tespitlerine, ileri sürdüğü tezden gerekçelerine kadar uydurma bir makaleydi ve hiçbir bilimsel niteliğe sahip değildi ve bence temel yazılma amaçlarından biri postmodernizmin akademik düşün dünyasını ne hale getirdiğini sergilemekti. Sanırım daha sonra yazarının da belirttiği gibi bu makalenin hakemli bir dergide yayımlanabilmesi aslında bilimsel bilginin insan sorunlarıyla ilgili olarak kullanılabilmesini engelleyen, esinini akıldışından alan bir tutumun nasıl akademik zihinleri bile tutsak aldığını sergilemekteydi. Alan Sokal’la yaşadığım bu şaşkınlık verici tanışıklık artık beni okuduğum her şeye karşı uyanık kılacaktı diyebilirim. 
Artık bitireyim. Tanıklıklar ve bu tanıklıklarla biçimlendirilen sezgilerimin yolculuğu ömrüm oldukça bitmeyecek. Kitaplığımda, yukarıda adını andığım yazarlarca yazılmış, okunmayı bekleyen onlarca felsefe kitabı var. Şu sıralarda genellikle kurgu metinler, tarih, sosyoloji ve toplumsal cinsiyetle ilgili çalışmalar okuduğumdan felsefeye sıra gelmiyor bir türlü. Kim bilir ne zaman gelecek? Ne demeli, ömrüm yettikçe, yeterse okurum, olmadı benden sonraki kuşaklara kalır okuduklarımdan öğrendiklerim kadar henüz okumadığım ve öğrenmediğim düşünceler de. 
Birgün felsefeyle, felsefenin açtığı sezgisellikle dünya toplumlarının değiştiğine, daha barışçıl, özgür, adil, eşitlikçi ve paylaşımcı bir dünya kurduklarına şahsen şu kısa ömrümde tanıklık eder miyim bilemem ama umut etmek istediğim bir şey varsa, o da felsefenin en azından böyle bir dünyanın gerçekleşme ihtimaline gözüpek bir aşinalık kazandırdığıdır. Bireysel ve toplumsal varoluşumuzu kıskıvrak saran bu belirsizlik, sefalet, bencillik sarmalı ve bu sarmalı zehirli bir sarmaşık gibi yeşerten öğrenilmiş çaresizlik duygusundan kurtulup kendi kendimizle ve birbirimizle yeniden tanışmak ve sezgilerimizle birbirimizi ve kendimizi yeniden keşfetmek istiyorsak insanca bir yaşamın felsefesini var etmek ihtiyaç duyduğumuz uğraşlardan biri olabilir.