İlk olarak, biraz kendinizden bahseder misiniz? Turan Dağlı kimdir, yazmak dışında başka bir işi var mıdır?
İzmir’de, bir meslek lisesinde felsefe öğretmeni olarak çalışıyorum. Çoğu zaman film izler, kitap okurum. Yazıya sıra ancak gece yarısından sonra gelir. O da tembelliği bırakabilirsem tabi. Yazmaktan zevk aldığımı söyleyemem fakat eserin bitmiş halini elimde tutmanın hayali tüm bu eziyete değiyor diyebilirim.
Üçüncü kitabınız olan ‘’ Küçük General’in’’ yol öyküsünden, gelişim sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
İki yıl sürdü yazım süreci. Dedalus Kitap’ın yayın yönetmeni ve kitabın da asıl editörü olan Sedat Demir’in çok desteğini gördüm. Epey titiz çalıştık. Ortaya rafine bir şey çıktı kanımca. Zaten kitap daha fikir aşamasındayken Dedalus Kitap’ın yayım programına alınmıştı bile. Açıkçası Sedat’ın kalemime olan güveni, benim de şevkle yazmama sebep oldu. Sonuç güzel oldu diye düşünüyorum.
“Küçük General” için, ilk bakışta, politik bir roman demek mümkün. Etrafımıza şöyle bir baktığımızda ve sizin de kitabın girişinde belirttiğiniz gibi ‘’Çalışma hayatım boyunca karşıma çıkmış olan apoletsiz generallere cevabımdır.’’ şeklindeki karşı duruşunuzla, “Küçük General” için, evde, sokakta, işte, okulda, kısacası yaşamın her alanında etrafımızı sarmış olan faşizme ışık tutan bir eserdir, diyebilir miyiz?
Faşizm, biraz daha açmak gerekirse, yok sayma, ötekileştirme, dışlama ve tüm bunları şiddet eğilimiyle sürdürme arzusu, sosyo-kültürel koşulların bir ürünüdür. Kötülüğün, insanın özüne ait bir şey olduğunu düşünmüyorum. Kötülük, öğrenilmiş bir sapmadır. Ayrımcılık ve her türden şiddet, bir tezahür olarak, her toplumda az ya da çok bulunan bir hastalıktır. Ben yerel bir unsurdan hareketle, evrensel bir olguya işaret etmeye çalıştım bu romanla.
Sanat/edebiyat, istemediğimiz, yapamayacağımız, yaparsak bizi yaralayacak dayatmalara karşı durma konusunda yeni yollar açabilir mi sizce?
Edebiyat gerçekten daha gerçektir der büyük ustalar. O halde gerçeğin kudret helvasını neden çorak arazilerde arayalım ki? Fakat bu demek değildir ki estetiğin saf hazzına gömülüp olan bitene tümüyle gözümüzü kapatalım. Edebiyat bir araç olmasa da, can suyunu aldığı yerden beslenir ve günü geldiğinde o toprağa meyvesini de sunar. Halklaşan sanat, halk kuyrukçuluğu yapan değil, ona ışık tutandır diye düşünüyorum. Ama estetik bilinçten ödün vermeden, yaptığı şeyin güzelin keşfi olduğunu unutmadan.
Ana karakter, her detayı sorup didikleyen, bağnaz, ırkçı, şiddet eğilimli bir çocuk olarak çıkıyor karşımıza. Evlat olsa sevilmez türde J kuşlara eziyet eden, ağaçlara, güneşe, akvaryumdaki balıklara, duvarda asılı duran portreye vs… emirler yağdıran, yer yer kafa tutan, hatta kafa tutmakla kalmayıp eziyet de eden, içinde hiçbir iyiliği barındırmayan, yani varsa da ben göremedim J tam bir patolojik vaka denebilir. Bir çok ruhsal rahatsızlığa da sahip bir karakter bu. Sizi bu karakteri yazamaya iten şey ne oldu?
Elbette her gün karşıma çıkan tonla insandan. O kadar çoklar ki. Önceki sorulardan birinde de ifade ettiğiniz gibi, onlar her yerde. Oysa bu ülke insanının nefrete değil, sevgiye ve kardeşliğe ihtiyacı var. En büyük hayallerimden biri, bir gün okullarda Vicdan ve Empati adında bir dersin okutulmasıdır. Hatta o dersin kitabı için katkı sunanlardan biri de ben olmak isterdim. O zaman belki Küçük General gibilerin sayısı da hızla azalırdı.
Peki “Küçük Genarel” in anlaşılmaya ihtiyacı var mı? Yeterince anlaşıldığını düşünüyor musunuz?
Karakter açısından bakarsak, zaten anlaşılmadığını düşünüyor ve bu kadar öfkeli olmasının da sebebi bu. Kendince haklı olsa da, çağa uygun değil tutum ve tavırları. İnsani değerleri de yok sayan bir vandallık peşinde. Romanın ana fikrinin anlaşılması meselesine gelince, evet, tam tersi yönden anlayanlar da oldu. Bu da sanırım ironiye yabancılıktan kaynaklanıyor. Yine de okura bırakmak lazım galiba. Nasıl anlamak isterse öyle anlar. Nihayetinde edebi bir metin yazardan çıktıktan sonra kendi yolunda yürümeye devam eder. Nereye varacağını da kimse bilemez.
Aslında Küçük General gündelik yaşamda görmek istemediğimiz, arka planda tuttuğumuz, yüzleşmek istemediğimiz birçok konuyu da değiniyor. Bunların yanı sıra Fahrenheit 451’e,Otomatik Portakal’a, Ceza Sömürgesi’ne, Böyle Buyurdu Zerdüşt’e, Küçük Prens’e, Mao ve Jung’un Kırmızı Defteri’ne ve nice yapıta da göndermelerde bulunuyor. “Küçük General”e ironik bir şekilde yaklaşılsa da, okur kaçmak istediği detaylarla yüz yüze kalıyor. Bu durumun okuru yoracağını düşündünüz mü?
Bu tür göndermeler, alt metne inmek isteyen okurlar için bir rehber sadece ama isteyen o metinlere dönüp bakmadan da romandan keyif alabilir, mesajı alabilir. Zaten romanın dili ağdalı değil ve görsel yönü ağır basan bir metin. Yorucu olduğunu düşünmüyorum. Aksine, çoğu okur tek oturuşta bitirdiğini söylüyor. Ama eğer ahlaki bir yüzleşmeden söz ediyorsanız, evet, o zor işte. Herkesin katlanabileceği bir şey değil. Nitekim hepimiz içimizde bir yerlerde o faşizmi az çok taşıyoruz. Herkesin ötekileştirdiği birileri var galiba.
Küçük General üçüncü kitabınız. Bir yazar olarak geriye dönüp yazdıklarınıza bakınca, şunu da şöyle yapsaydım dediğiniz bir şey oldu mu?
“Bir Çift Küpe Çiçeği” isimli öykü kitabımın kapağını ilk kez gören biri, kim bilir neler hayal ederken, sayfaları çevirince bambaşka öykülerle karşılaşıyor. O kapak o kitaba hiç gitmedi. Orada bir hata yaptık. Kapak çiçekli böcekli ama öyküler son derece sert. İlk romanım “Kuzgunkara” için de şunu söyleyebilirim, tekrar geri dönsem, yeniden yazmaya çalışsam, acaba tek kelimesine dokunabilir miydim diye soruyorum bazen kendime. Sanırım cevabım hayır olurdu. Yine de zor bir kitap ve çok anlaşılmadı. Durum böyle diye de ne kendimi, ne de okurları suçlamaya hakkım yok. Herhalde zamanla. Zamanla bu roman daha iyi anlaşılacaktır. En büyük hayalim, bir gün Kuzgunkara kadar harika bir roman yazabilmektir desem, fazla mı abartmış olurum? Bunu da çok düşündüm ama değil. O her zaman benim başyapıtım olarak kalacak.
Yazarken belli bir teknik gözetiyor musunuz?
Edebi verim, belli bir birikimin ve tecrübenin ürünüdür. Okuduklarınız ve öğrendikleriniz, yazdıklarınız ve yazmadıklarınız, yüzlerce kez yazıp, her seferinde acımasızca sildikleriniz bu yolculukta yönünüzü tayin eder. Elbette farkında olmadan bazı teknikleri kullanırsınız ama bunu çok bilinçli yapmaya kalkarsanız metnin ruhunu öldürürsünüz.
Edebiyatı, romanı bir zırh olarak gördüğünüz oluyor mu?
Zaman zaman. Kaçmak, nefes almak, kendi dünyama gömülmek, dış dünyada bulamadığım mutluluğa ermek için edebiyat bulunmaz bir fırsat. Bunu kullanıyorum ama dediğim gibi yazma süreci benim için çok sancılıdır.
Bir gün kurgu olmayan bir şey yazmayı düşünüyor musunuz? Ülke gündemindeki olaylarla ilgili kaleme almak istediğiniz şeyler oluyor mu?
Felsefi metinler için kendime on yıllık bir yol planı hazırladım. Onlara da sıra gelecek. Özellikle aşk. Aşka çok kafa yoruyorum. Bugüne dek aşk üzerine yazılmış en etkileyici kitabın yazarı olmak bir başka büyük hayalim.
Hayatınızın bir haftasını roman kahramanı olarak geçirme şansınız olsa, kim olmak isterdiniz? Neden?
İlkel benliğim Raskolnikof ol da, ne kadar asalak, sahtekâr, yalancı varsa ortadan kaldır diyor ama sonra süper egom saçmalama, onlar da insan, hem onları bu hale düşüren sosyal koşullardır deyip beni durduruyor. İyi ki de durduruyor. Ben de onları romanlarımda cezalandırıyorum. Meursault olduğum, Gregor Samsa olduğum, Prens Mikin olduğum zamanlar da oldu ama dikiş tutturamadım. En iyisi böyle tehlikeli oyunlara hiç girişmemek. Kendim olmaktan her zaman memnun olmasam da, eh, az çok kendime katlanmayı öğrenebildiğime göre, sanırım Turan Dağlı olmaktan şimdilik bahtiyarım diyebilirim.
Son olarak Yazı-Yorum okurlarına yazmak ile ilgili önerileriniz neler olur?
Yazma uğraşı hem dünyanın en keyifli, hem de en sancılı süreçlerinden biri olsa gerek. Bu bir seçim meselesi. Büyük risk. Bana kalırsa hiç bulaşmadıysanız ve hayatı dolu dolu yaşayabilme şansınız varsa uzak durun bu işten. Yok, eğer siz de bir “Yabancı”ysanız, o halde buyurun, burada herkese yetecek kadar yer var. Balzac’ın da dediği gibi, okumanın uşağı olmadan yazının efendisi olunmaz. Bunu aklımızdan çıkarmayalım yeter. Bir ışık varsa, etrafında hale oluşturur. Yoksa da yoktur zaten.
Röportaj: Zeynep Eşin