Irvin D. Yalom, Rusya’nın Polonya sınırına yakın bir köyünden Amerika’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak 13 Haziran 1931 yılında dünyaya geldi. Çocukluğu 1929 yılında yaşanan Büyük Buhran’ın da yaratmış olduğu maddi zorluklar altında geçmesine ve ailesinin dini eğitim dışında herhangi bir eğitimleri olmamasına rağmen Yalom’un kitaplara olan aşkı hiçbir zaman engellenemedi. Irk ve etnik ayrımının görüldüğü bir mahallede büyüyen Yalom bu dönem kaçışı şehir kütüphanesinde ve tutkusu olan kitaplarda buldu. Haftanın iki gününü kütüphanede geçirirken daha bu dönemde kitapların bir insanın arkasında bırakacağı en büyük miraz olarak görüyordu. Ergenlik dönemini Tolstoy, Dostoyevski, Sartre,
Kafka gibi büyük felsefe yazarlarından etkilenerek geçirdi. George Washington Üniversitesi‘nde sanat üzerine eğitim aldıktan sonra Boston Üniversitesi Tıp Fakültesi‘ne kaydoldu.Uzmanlık dalı olarak psikiyatriyi seçen Yalom,1956 yılında Johns Hopkins’den doktorasını aldıktan sonra uzun yıllar başarıyla sürdüreceği akademik kariyerine Stanford Üniversitesi’nde başladı. Bu dönemde Yalom, Johns Hopkins’de eğitimine devam ederken Freudcu bir psikanalistin hocası olmasıyla beraber bu ekolün zayıf yanlarını fark etmiş ve devamında felsefeye de ağırlık vermiştir. Nitekim bu bakış açısı ile Stanford Üniversitesi’nde başarılı bir kariyeri olmuştur. Kendisi oldukça çok sayıda esere imza atmış olup felsefe ile kendi uzmanlık alanını birleştirdiği kitaplara örnek olarak Nietzsche Ağladığında, Varoluşçu Psikoterapi, Spinoza Problemi: Nazi Subayının Paradoksu, Bugünü Yaşama Arzusu verilebilir.
Bu noktada Yalom’un “Spinoza Problemi: Bir Nazi Subayının Paradoksu” isimli kitabının konusuna ve detaylarına geçmeden önce kitapta fikirlerini Yalom’un bakış açısıyla harmanlanmış halini okuyacağımız Baruch Spinoza’yı tanımak gerekiyor.
Baruch Spinoza ya da diğer anılma şekliyle Benedictus de Spinoza, Yahudi olan ailesinin Portekiz’de bulunan engizisyonun baskılarına maruz kalması sebebiyle Hollanda’ya göç etmesinden ötürü 1632 yılında Amsterdam’da doğmuştur. Ailesi ticaretle uğraşmaktaydı. Spinoza’nın yaşadığı dönemde Avrupa bilimsel buluşların, dinsel bölünme ve çatışmaların yaşandığı, siyasal değişikliklerin ve felsefi gelişmelerin yaşandığı yoğun bir dönemden geçmekteydi. Spinoza bir yandan aile mesleğini devam ettirirken bir yandan da Amsterdam’daki Sinagog’un ve Yahudi okulunun müdürlüğünü yapmaktaydı. Ailesi Spinoza’nın haham olarak yetişmesini istediği için ona erken yaşlardan itibaren İbranice dersleri aldırmış ve bu ona Yahudi ve Arap teologların çalışmalarını öğrenme imkanı yaratmıştır. Spinoza kendine özgü düşünce rasyonel düşünme şekliyle ve her zaman olaylara sorgulayıcı ve şüpheci yaklaşımıyla öğrendiği her bir kelimeyi defalarca sorgulayarak mantık çerçevesinde değerlendirerek kendi felsefi yaklaşımlarını geliştirmiştir. 1650’den itibaren Franciscus van den Enden’ın okulunda Latince, doğa bilimleri (fizik, kimya, mekanik, gök bilimi ve fizyoloji) ve felsefe okumaya başlamıştır. Bu onun bakış açısının diğer bilim dallarıyla birlikte gelişerek girift bir yapı oluşturmasına da imkan vermiştir. Bu gelişmeler ışığında Spinoza, 1655 yılında din düşmanı olarak suçlanır ve bu süre içerisinde “Tractatus de Deo et homine etjusque felicitate-anrı, İnsan ve İnsanın Refahı Üzerine Kısa Bir İnceleme” adlı eserini tamamlar. Bu sürecin devamında Spinoza birden çok eser ortaya çıkarır ve bu arada 1661 yılında yazmaya başladığı büyük eseri olan Etika’yı 1675 yılında tamamlayarak bitirir. Etika’yı bitirdikten iki yıl sonra 1677 yılında vefat eder. Spinoza günümüzde 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
“Spinoza Problemi: Bir Nazi Subayının Paradoksu”, Yalom’un 2007 yılında gittiği bir davet sebebiyle Hollanda’da bulunduğu süre içerisinde Rijnsburg’daki Spinoza Müzesi’ni gezmesiyle ortaya çıkar. Yalom, müzeyi gezerken Spinoza’nın kitaplarının orjinal kütüphanesinde yer alan kitaplar olmadığını, Nazilerin Avrupa’yı işgal ettiği sırada orjinal kitaların bir şekilde müzeden alınıp Berlin’e götürüldüğünü ve bunun altından o dönemin etkili isimlerinden olan Nazi Lider kadrosunda yer alan Alfred Rosenberg’in Spinoza’ya olan tutkusunun çıktığını keşfeder. Bu keşif neticesinde ortaya bugün elimizde bulunan bu kitap ortaya çıkmıştır.
Eser, eş zamanlı olarak iki zaman diliminde geçmektedir. İlk dönemimiz Alfred Rosenberg’in yaşadığı dönem olan Nazilerin kuruluş ve gelişme aşamasını, bu aşamada Rosenberg’in aldığı görev, süreç içerisinde yaşadıklarının ve Spinoza’ya olan tutkusunun onu ve düşüncelerini biçimlendirme şeklini kapsamaktadır. Rosenberg kitapta da anlatıldığı üzere özellikle Nazilerin propaganda faaliyetlerinde ve Nazi kavramının oluşturulmasında önemli görevlerde bulunmuştur. Bu bağlamda Yahudilere karşı duyduğu nefret ve en çok saygı duyduğu yazarlardan olan Goethe’nin bile Yahuidi bir düşünür olan Spinoza’ya duyduğu saygı onun ilgisini çekmiş ve Almanya’nın Avrupa’yı işgali sırasında Spinoza’nın kitaplarını toplayarak fikirleri üzerine kafa yormuştur. Bu süreçte fikirlerini psikiyatristi Friedrich Pfister tartışarak okurlara da karşılıklı bir değerlendirme imkanı sunmuş oluyor. Kitapta anlatılan diğer bir dönem ise Spinoza’nın hayatının geçtiği tarih aralıkları. Bu dönemde de Spinoza’nın Yahudiliğe ve dinlere olan bakış açısı ile kendi bilgi birikiminin doğa bilimleriyle olan ilişkisi detaylı olarak sunulmaktadır. Bu bağlamda Spinoza’nın fikirleri sorgulamasında ona, Yahudi topluluğundan afaroz edilmesine rağmen konuşmaya devam eden Franco isimli diğer Yahudilere göre daha sorgulayıcı ve şüpheci bir karakter eşlik ediyor. İki farklı zaman dilimlerinde benzer eksenlerde kökenlere bağlılık, özgürlük, bireysellik, toplumun dayatmalarına maruz kalmaktansa akıl ve mantık yoluyla çizilmiş bir yolun doğruluğu ve buna benzer konular diyaloglar halinde tartışılarak okuyucunun değerlendirmesine sunuluyor. Bu noktada Spinoza’nın düşüncelerinin yanında birçok filozofun fikirleri de kitap içerisinde yer alıyor. Bu da okuyucunun felsefeye olan ilgisinin artmasında ve kitabın felsefe anlamında da çeşitlenmesi anlamında önem arz ediyor. Bütün bu süreç içerisinde okuyucu kendisini rahatlıkla romanda geçen karakterlerin yerine koyarak kendi özüne yönelik sorgulayıcı bir yaklaşımla yeni keşiflerde bulunabiliyor. Özellikle insanın kendi kimliğini, aidiyetini ve işin özünde varoluşunu bulması, bunu benimsemesi veya sindirmesi bağlamında kitap Spinoza’nın düşüncelerinin evrenselliğini ve zaman ötesi oluşunu açık bir şekilde gözler önüne seriyor ve bunu oldukça iyi kurgulanmış bir dinamikle gerçekleştiriyor.
Kitabın son sayfasına gelip kapattığımız anda bir kez daha Yalom’un dehasına, bilmediği bir zaman dilimine ilişkin olarak yapmış olduğu tespitlere ve fikirleri yorumlayışına hayran kalıyoruz. İnsana kendini gene kendine sorgulatarak öğreten bir yazım ve düşüce dili geliştiren Yalom varoluşunuzu keşfetme anlamında sizi bir adım öne götürüyor. Keyifli okumalar dileğiyle…
“Özgür insanın ölümden daha az düşündüğü bir şey yoktur.” Benedictus de Spinoza
“Tanımak, anlamak, harekete geçmek gerekir. Dünya hayal kurmak için değil, başka bir şekle dönüştürmek içindir.” Benedictus de Spinoza