-Senem, bir kepçe daha koy kızım şu çorbadan. Pek güzel olmuş eline sağlık.
Senem, bu ilkbahar habercisi soğuk ikindi, aralık perdeden giren aksam güneşinde, kardan, rüzgârdan yeni çıkmış bir çiçek dalıydı. Diriydi, inceydi; Hacı Babanın övgüsüyle kamçılanmış yanakları al aldı. Güneş arkasından vuruyor, bakır sininin üstüne bugün dizdiği çukur tabaklar, sininin kendi kızıllığında yansıyordu: Artık tabakların yaldızlı çiçeklerimi istersin, bakırdan kuşlar mı, usul usul açılan bakır halkalar mı, onların rengi mi, sonra Hicaz’dan gelmiş hurmalar mı… Zeytin yağlı pişirmişti, çorba, köfte, tatlı, kadayıf, Senem, Hacı Babanın tabağına kepçeyi boşaltırken, üç yıl önce onun taktığı yüz görümlüğü altın bilezikler incecik şıngırdadı bileğinde.
-Afiyet olsun Hacı Baba, dedi gülümseyerek. Gülümseyişi bir süre durdu dudaklarında: Hoş geldin.
Tam karşısında görümcesi Hatun, kara gözleri, kara giysileriyle güneşe karşı koyuyordu; yüzü, sargılardan yeni çıkmış gibi büzülmüştü, derisi enine dar geliyordu sanki. Gözlerini kırpıştırdı, baş örtüsünü bir daha sıktı, örtülü dizlerine doğru çekiştirdi eteğini. Senem’in gülümseyişi dağıldı, ellerini nereye koyacağını kestiremedi, sonunda bağdaş kurmuş bacaklarının sıcağına soktu: “Hatun kara bir bulut, o yan kış hâlâ.”
-Hep derim ya, Hacı Baba, çorbanın buğusuyla kıpırdayan dudak tüylerini elinin tersiyle sildi iştahlı. Hep derim, Senem gelin marifetlidir diye. Çeşit çeşit kor ortaya ne zaman gelsem…
Hacı Bana’nın geçen gelişinde bayram öncesiydi. Koçların boynuzları allı pulluydu daha. Sokaklarda salınıyor, çocuklara sevdiriyorlardı kendilerini. Köşe başlarında, kırmızı kurdeleler dalgalanıyordu, kırmızı-kınalı-altınlı bir şenliktir gidiyordu. Havalar durgundu, her şey iyiydi. Hep böyle süreceği sanılırdı bunun, kaç bitmeyen yıl. Hep İsmail getirecek, Senem pişirecekti; ailecek bir arada olunacaktı hep. Hacı Baba’yı uğurlamışlardı:
-Sen ne istersin Senem gelin? Söyle kızım çekinme ha! Hurma mı koku mu? Çekinme. Bak hepsi bir şeyler istediler, bir sen kaldın.
-İyiliğini sağlığını babam. Yolun açık olsun.
– O nasıl söz baba? Tabiî pişirecek, diye kesti Hatun. Hacı karşılamak kolay mıymış? Rahmetli annem sağ olacaktı ki… Hem pişirmek ne ki? Asıl iş…
Senem, gözlerinin içine kadar kızardı, durdu. Şimdi bir oğlak yavrusu gibi ivecen olmuştu Hatun; hep değişiyordu. Ekmeğine tuz ekmişti, bir şeyler yiyordu boyuna, boyuna değişiyordu. Senem, korkuyla baktı görümcesinin yeni yüzüne.
Hacı Baba, kızının ne dediğini anlayamamıştı; kocaman bir lokma ekmek koparıp çorbaya batırdı. Sonra, dudaklarının iki yanından taşan çorbayı parmaklarıyla itti gerisin geri.
-Hacı Baba, zeytin yağı da pahalılandı.
O ana kadar söze karışmayan Osman Efendi, karısının yarım bıraktığını tamamladı. Kendisine kalsa, gönüllü değildi pek, ama Hatun, “mutlaka”, demişti, “Babam mutlaka anlamalı.”
Hacı Baba köfteye uzandı, bir tane aldı; duymadı bile.
Osman Efendi, kapıdan yana kuşkuyla baktıktan sonra:
-Zeytin yağı da pahalandı dedim, dedi. Her bir şey pahalılanıyor.
-Öyle yaa, haklısın Osman Efendi, dedi Hacı Baba kayıtsızca haklısın. Ama pahalıllaşıcak ki kazanılsın. Yoksa pahalılaşmazsa para nerden dönecek, değil mi? Bu halk nasıl kazanacak?
Osman Efendi giden ışığında büsbütün yaşlı, büsbütün aptal görünüyordu.
Yine Hatun’a bakarak, isteksizce konuştu:
-İyi ama halk dediğin çalışmazsa kazanabilir mi? Tembellik kolay. Bak her gün dükkânda canım çıkıyor benim, akşamlara kadar ayakta. Baktım erzak kolay gitmiyor, kadın çorabı bilmem sattım. Saç sabunu mu ne diyorlar ondan falan. Hiç oturmadım sabah beri, bizimkisi can değil mi?
-Ah, ah! dedi Hatun. İçini çekti.
Osman Efendi, sınavını başarıyla veren bir öğrenciydi:
-Ama kimisi var, iş bulamaz bir türlü. Kalkar ele güne el açar günün birinde. Yok sanatından vazgeçmezmiş… Para getirmeyen sanat mı olurmuş? Bizimkisi iş değil mi?
-İş olmaz mı hiç? dedi Hatun. Sesi, kayalara çarpan deniz sesi gibi yumuşak, suçsuzdu.
-İş olmaz mı hiç? dedi Hacı Baba dinlemeden. Kızım Senem, zeytin yağı koy biraz.
Osman Efendi, çaresizliğin verdiği öfkeyle yutkundu, Hatun’a bakmıyordu artık, kendiliğinden konuştu:
-Hatun’u bana verdiğinde neydim ki Hacı Baba? dedi. Topu topu babadan kalma bir dükkânım vardı küçücük… Yutkundu yine. Nesi vardı başka gerçekten? Şimdi kalk 2000 kâğıt borç ver Hacı Babaya kim verir şu günde? Dönsün; erzakını düz, karşıla. Bir de Hacı olsun, borcunu isteyeme… “Sakın Osman” demişti Hatun, “Borç vermek sevaptır, hele hacıya. Hem çocuğumuz olmuyor bizim. Borç yarı çocuk demektir. Babamın bir ayağı çukurda. Tarlası falan var köyde ölünce.” Osman Efendiye kalsa, aynı parayı İsmail’e verirdi, hem de faiziylen. Öfkesi, boğazında yoğunlaştı:
-… Bir dükkâncık, o da küçücük..
-Köşedeydi ama, deyiverdi Hacı Baba. Şaşırmıştı. Ansızın, yürümeyi beceremediği gergin bir ipin üstünde bulmuştu kendini.
-Köşe sattırır derlerse de kulak asma sen!” diye bağırdı Osman Efendi. Her işin başı çalışmak. Çalışmayanı Allah da sevmez.
-Allah çalışanı sever, haklısın oğlum Osman Efendi, dedi Hacı Baba. Çalışanı, hem de kazananı sever. Uzandı, bir köfte daha aldı. Rahatlamıştı.
Hacı Babanın geçen gelişi bayram öncesiydi. Kurbanlar, çocuklara karışmıştı. Havalar iyiydi. Hep böyle sürecek sanılırdı bu şenlik. Sonra kanlar aktı, lekeler kuruldu, şükürler olsun! Ne ki yağmur dinmedi bir türlü. Kaç gün… O yağmurlarda İsmail, bütün gün iş aramaktan yorgun, bitmiş, ezik bir yürekle eve dönerdi akşam üstleri: Yok! Yok! Çalmadık kapı bırakmamıştı: “Bizim sanat ölüyor usul usul Senem’im ama dayatacağım ben, girmem başka işe. Ne kadar dayanırsak…?” Yalnız çorba pişiriyordu artık, ama olsun, sıcaktı, güven veriyordu. Yemekten kalktılar mı İsmail, doğru sininin başına. “Ben döverken ısınırım Senem’im, ama çorbanın sıcağı geçer birazdan, bir harlayıversen sobayı.” Kömür azıcık kalmıştı.
-Dayanmak için değil de, dedi Senem, O kolay da şey diyecektim. Ben bir yokladım Osman Efendiyi de belki dedim… Ne bileyim belki ondan…
-Çocuk musun kız? Hatun cinini ne edecek Osman Efendi?
-Babandan iste öyleyse, verir üç beş kuruş, bir göz bir dükkân tutsan yeter, sana. Sanatın var senin, öderiz tezde.
-Babamı bilmez misin kız? Ne duyar ne dinler.
-Sever ama seni.
-O başka.
Senem, bu ilkbahar habercisi soğuk ikindi, kocasının açlığıyla öfkesiyle dövülmüş bu güzel al al bakır sininin üstünde duran yemeklere, kendi eliyle pişirdiği yemeklere bakıyordu şaşkın gözlerle. Daha bir lokma almamıştı; içi bulanıyordu. İsmail bir gelseydi, bir kızmasaydı. Azıcık yeseydi şunlardan. Osman Efendi getirmişti erzakı, sobayı bu gecelik doldurmuştu. Biraz ısınsaydı bari.
-Kızım yesene bir şeyler! dedi Hacı Baba. Ne duruyorsun öyle?
Senem isteksizce uzandı kepçeye. Birden hepsi gizli bir çekime uyar gibi başlarını kapıya çevirdiler: İsmail kapıda duruyordu.
Senem kaktı; telaşla yürüdü o yana:
-Buyur İsmail geciktin.
İsmail bitkindi, kapıya dayandı. Şaşkın gözlerle kendi dövdüğü siniye, çukur tabaklara yemeklere, hurmalara baktı, sonra Senem’e.
-Allah aşkına İsmail, diye fısıldadı Senem, hatırım için…
– Buyur geç oğlum, dedi Hacı Baba. Oğlunun incelmiş yüzüne alışkın gözlerle baktı: Nerede kaldın?
-Buyur geç İsmail, dedi Hatun.
Osman Efendi ayağa kalktı.
-Geç şöyle, İsmail. Çök bakalım.
-Hoş geldin Baba! dedi İsmail.
-Neredeyse bitiriyorduk, dedi Hacı Baba. Yetişemeyecektin.
-Ben tokum, dedi İsmail, siz buyurun.
-Ben de, tokum dedi Senem. Ben de. Valla.
Tomris Uyar