Beton yığınları arasında her geçen gün daha fazla sıkışıp kaldığımı iç sıkıntılarımla anımsıyorum. Bir otobüse biniyorum sonra beni bilmediğim bir yere götürmesi umuduyla. Kararmakta olan boğucu havanın içine gömülen otobüsün, camından asılı bir çamaşır gibi dışarı sarksın istiyorum bedenim. Mandallarla tuttursunlar geçmişimden, çileler damlasın paçalarımdan…
Yolda olmak iyidir demişlerdi. Yollar uzadıkça yolla bütünleşiyorum. Üstünden geçip gidenlerin ruh halleri, susuzluğu, garipliği, zenginliği, kederi, sevinci hepsi bir bir üstüme siniyor. Ben yola devam ediyorum. Hiç bilmediğim bir şehrin hiç bilmediğim bir yerinde kimsesiz kalıyorum. İçimde çıt çıkmıyor. “Sessizlikte bir sestir…” diyorum kendimi öyle rahatlatıyorum. Hep başka bir yerlere gitmek arzusuyla tutuşan ruhum, gitmenin sadece bedenen olmadığını bu yolculuğumda ancak anlıyor. “Kendimi götürdüğüm sürece gitmek, gitmek değildir…” dedim. Koskoca caddede annesi ölmüş yavru bir kedi gibi kimsesiz hissediyordum kendimi. Bir yağmur başladı sonra bir şeyleri sildi silmedi ben yeniden hayata dönmek istedim. Kendimi şehir şehir ararken bir caddeye girdim. “Hayatın akışında belki rastlarım kendime…” dedim. Acaba akışa hangi hayattan başlasam? Sağımda hayatından memnun bir grup insan ellerinde biralar bağıra bağıra şarkı söyleyip dans ediyorlardı. Ne dans ettikleri müziği anlıyorum ne de neden bu kadar mutlu olduklarını… Solumda bir yerlerde bir Müslüm Gürses şarkısı duyuyorum sonra “Kötü bir söz gibi düştük dillere yanlış yol seçmişiz haberimiz yok!” diyor. Ardından tokuşturulan kadeh sesleri. Onlara doğru bakıyorum sonra. Genci de yaşlısı da bu karamsarlığı sindirmiş üstüne. İçim almıyor bu kadar karamsarlığı. Ne aradığımı, ne bulmak istediğimi bilmeden ilerliyorum dümdüz. Ne çok mutluyum dans edecek kadar ne çok karamsarım bir çilingir sofrasına oturacak kadar. Ne hissettiğimi bilmiyorum. İnsanları seyrediyorum. “Herkes yolunu seçmiş…” diyorum kendime. Bir ben mi bilemedim bu yol işini? Telefonuma gidiyor elim. Belki duyacağım bir ses bana yol gösterir diye. Tam dört kez rehberi tarıyorum. Sonuç koca bir hiç.
Kafamın içinde bilmediğim savaşlar var. Ne durup barış ilan ediyoruz ne de bir suikasta kurban gidiyoruz. Ne yolun başını görebiliyorum ne de yolun sonunu… Sadece yürüyorum. Son yol ayrımına kadar beraber yürüdüklerimi hatırlıyorum ya da adımlarını hiç göremediklerimi…
Metro durağının orda kesiliyor nefesim. Dünya başımın etrafında dönmeye başlıyor. Gözlerim zifiri bir karanlığa kapanıyor, hissediyorum. Kendime oturacak bir yer ararken bir tabure görüyorum yolun sonunda. Duvarlara tutuna tutuna tabureye giderken bir kadın ve küçük bir kız çocuğu görüyorum. İkisinin üzerinde de aynı elbise, sarı saçları elbiselerinin omzuna dökülüyordu. Kız çocuğu durmadan bir şeyler soruyor annesi ise hiç bıkmadan cevaplıyordu. Aralarında geçen konuşma yüreğime fener tutuyor, demirden yükü olan kalbim, kanat takıp havalanıyordu.
- “Anne, bayrama kaç gün kaldı?”
- “2 gün kızım.”
- “2 gün çok mu büyük anne?”
- “Yatacağız kalkacağız, yatacağız kalkacağız işte bayram kızım…”
O küçücük parmakları günleri saymaya öyle tatlı yetiyordu ki. Ne kadar masum, nasıl da hayat dolu. Nasıl da umut vaat eden…
Hemen sarılıyorum telefona.
“ Anne…” diyorum. “Bayrama kaç gün kaldı?”
“2 gün kızım…” diyor. “Yatacağız kalkacağız, yatacağız kalkacağız bayram” diyor. “Yirmi bir yıl oldu hala aynı şekilde cevaplıyorum…”
İyi ki varsın nidalarıyla kapanıyor telefonlar kirpiklerde zor taşınan damlalarla…
O zaman iyi geliyor yollar, iyi geliyor yolculuklar. Kafamı kaldırıyorum gökyüzüne. İç ses diye sesleniyorum: “Aramak için yollara düştüğüm eksikliğim daha yolun başında tamamlamaya hazırmış beni…”
“Hadi…” diyorum hayata. Benim yolum zaten belliymiş yıllar evvel…”