https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Büyüyünce ne olmak istersin sorusuna hep öğretmen diye cevap verdim. Yetmedi bütün hayallerimi öğretmenlik üzerine kurdum. Yıllar geçti, insanlar geçti ömrümden, ben değiştim, hayat değişti. Bir şirkette müdür yardımcısı olarak buldum kendimi. Her gün takım elbisemi hiç kırışıksız giymeme sebep olan güzeller güzeli bir eşim vardı, Sevim. Şimdilerde var olmak ile yok olmak arasında ince bir çizgide kendisi. Arada benim gamsızlığımdan yakınıyor, arada ona yetemediğimden ama biliyorum seviyor beni. Bilmem belki de sevgi yetmiyordur artık benimle aynı evde yaşamasına. Son zamanlarda hangi gömleğimi giysem kırışık, ne zaman yüzüne baksam asık. Beni sevmediğini buradan da anlayabilirdim ama sevdiğine inanmak istiyordum. Çalıştığım yerde bir kutlama yemeği var bu akşam. Sevim’i yemeğe davet ederken bile vereceği cevabı tahmin ediyordum. Değişir mi dedim lakin fikri benimle vakit geçirmemekten yanaydı. O dört duvarı ve televizyonunu benden daha çok seviyordu. Benimle birlikte yılları deviren insan nasıl oluyor da ben onun düşmanıymışım gibi bakıyordu. Hani sevgi her şeyin üstesinden gelirdi. Bizim sevgimiz enkazdan farksızdı. Akşam davete yalnız gittim. Yuvarlak bir masa etrafında yaklaşık altmış kişiydik. Sağ yanımda müdürümüz İhsan Bey, sol yanımda müdür yardımcımız Mefruze Hanım oturuyordu. Biliyorum, ismi size de garip geldi. İlk duyduğumda bana da garip gelmişti. O dâhil kimse bilmiyor isminin anlamını. Müdür Bey yanında eşi ile birlikte bir şeyler konuşuyorlardı. Mefruze Hanım’ın eşi zaten bir yıl önce ölmüştü. Koskoca masada sadece ikimizin eşleri yoktu. Benimki keyfiyetten onunki takdir-i ilahi.  Dolayısıyla koskoca masadan sadece ikimizden çıt çıkmıyordu. Tabak çatal sesleri eşlik etti kafamızdaki düşüncelere. Benim aklım Sevim’deydi. Acaba hangi diziyi bana tercih etti onu bilmek istiyordum. O koltuktaki yastığa dokunduğu kadar benim kanayan yaralarıma neden dokunmadı onu merak ediyorum. Ben bunları düşünüp kendimi bunaltmak isterken salonda önce bir dans müziği duyuldu. Ardından bir adam elindeki mikrofona: “Hem ruhu hem kendi genç olan arkadaşlarımızı sahneye davet ediyoruz…” dedi.  Herkes o çağrıyı bekliyormuş gibi bir anda -dünyanın en duygusuz insanı dediğiniz insanlar bile- eşlerine dönüp ellerini uzattılar. Masada iki kişi kalmaya devam ettik. Masamızda bir şişe kırmızı şarap, biraz kafa karışıklığı, biraz özlem, biraz sitem vardı. Mefruze Hanım bana, ben Mefruze Hanım’a baktım ardından şarap, kadehlerimize doğru yol oldu aktı. Birinci kadehi ben eşimle içtim. O kafamda bana söylendi durdu ben sustum. Sadece sustum. Kim bilir Mefruze Hanım neleri düşünüyordu?  Ölen eşini, incecik bileklerinde deviremediği özlemi…

İkinci kadeh bardağıma nasıl doldu bilmiyorum. Birimiz bir şey söylese devamı gelecekti aslında. Bu gergin ve bir o kadar da kederli ortam son bulacaktı. İkinci kadehten bir yudum aldıktan sonra “erguvan ağacı” dedi Mefruze Hanım. Bir anlam veremediğimden susmayı tercih ettim. “Üniversite yıllarında yolda yürürken bir erguvan ağacından bir dal koparmıştım…”dedi. “Yolda yürüdüğümüz süre boyunca onu hep koklamak istedi. Eline dalı uzatıp ona vermek istedim ama kabul etmedi. “Benim elimde çok daha güzel kokuyormuş…” o öyle demişti.” dedi. Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Dışarıdan güçlü bir kaya gibi sapasağlam duran Mefruze Hanım özlem denen illeti yenememişti. Etraf kararmıştı ya da ben kör olmuştum bilmiyorum. Başını omzuma koydu daha sonradan. Benim bir şey dememe fırsat vermeden “Bir akşam…” dedi. “Tam uyuyacakken pencereme bir taş atıldı, o gelmiş. Bir şiir okudu bana “seni günlere böldüm…” diyen şairin dizeleriydi. Öyle ya, bana ilk kez biri şiir okumuştu. Yattığım yatak gül bahçe olmuştu o gece bana. Yıllar geçti sonra bir çocuk sahibi olduk. “Allah benim ömrümden alıp sana versin Mefruze Hanım, bu dünyanın sana ihtiyacı var…” dedi. Öyle korktum ki duası kabul olacak diye. “Ben sensiz ne yaparım, bu dünyanın bana, benim de sana ihtiyacı var…” dedim ama beni dinlemedi. Bu koskoca dünyada bir başıma bıraktı beni….” Bu sözlerin ardından üçüncü kadeh ve ona eşlik eden birkaç damla gözyaşı…  O anlattı ben dinledim, bir de baktım ki gözyaşlarım kirpiklerime zor tutunuyor. Anlattığı hiçbir güzel anı benim kafamda eşleşmiyordu. Sanki ben Sevim’e en uzak kişiydim. Yıllarca o evi paylaşmışız da anlatacak bir anı dahi biriktirmemişiz gibi. Doğan çocuklarımızda bile heyecanımızı birlikte paylaşmamışız sanki. Ona bir satır dahi şiir okumayışım nedendi? Aşk denilen güzelliği neden hep filmlerde izledik? Yıllarca gömleğimde en ufak bir kırışıklık olmazken şimdi gömleklerimin bu hali nedendi? Şu an ölsem; Sevim benim ardımdan en fazla üç gün ağlar üçüncü gün benim olmamamdan memnun olacak yüzlerce madde sıralayabilirdi. Sahi, o koskoca evi bize dar eden, bu gece omzumda bir kadının ağlamasına sebep olan ne idi? Ne bileyim, her şey apaçık ortada değil mi zaten?