https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Franz Kafka’nın Cezalılar Kolonisi adlı uzun öyküsü suç, ceza, işkence, aydınlanma, sömürgecilik gibi konuların analizine elverdiği kadar erkeğin imgelemindeki kadın korkusunu, erkeğin bu korkuyu örtbas ve bertaraf etme çabasını ifşa etmesi bakımından da önem taşıdığını düşündüğüm bir metin. Kafka’nın çok katmanlı, belirsiz ipuçlarıyla dolu, alışıldık kutsallıkları sıradanlaştıran, bulanıklaştıran veya onların yararsızlığını ve gülünçlüğünü vurgulayan biçemi kimi zaman okumayı güçleştirip katlanılmaz kılsa da(Max Brod Kafka’nın vasiyetini yerine getirseydi keşke diye düşündüğüm zamanlar olmuyor değil) kadınsız bir dünyanın çoraklığını fazlasıyla duyumsatmaya yetiyor.
 
Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için hemen belirtelim, anlatıda hiç kadın yok değil. Bununla birlikte sevgili Duygu Asena’nın aziz hatırasının hep hatırlattığı gibi “kadının adı yok” ve “kahramanlar hep erkek”. Eski kumandanın, yeni kumandanın, mahkûmun, konuğun, hatta mahkûmla mendil kavgasına tutuştuğuna göre erin bile etrafında hep bir takım hanımların varlığı yadsınamaz. Ancak bu kadınlar, eski kumandan söz konusu olduğunda onun tahakkümünü destekler nitelikte ikincil dereceden var olurlarken, yeni kumandan söz konusu olduğunda ise cezalandırmada daha insancıl yöntemlerin uygulanması yönünde etkili olmalarından ötürü eski düzene yönelik bir tehdit unsuru olmaları bakımından yoklukları dilenen varlıklar olduğundan, anlatıataerkil düzenin bakış açısından kadınsız ya da en kaba ifadesiyle yalnızca eski eril düzenin onayladığı kadınların var olduğuya da kadınlarınartık erkekler için bir tehdit unsuru olarak görülmedikleri, kimi taleplerinin kabul gördüğü ve düzene kısmen entegre edilerek sus paylarının verildiği, görünüşte barışçıl, insancıl ve çatışmasız bir eril dünya özlemini somutlaştırmaktadır.Dolayısıyla, bu özlemin subayın sürekli olarak, alaycılık ve nefretle yinelediği ve bütün kadınları aynılaştırdığı “hanımlar” sözcüğünde somutlaşması bizi şaşırtmaz.
 
Üstelik, bu kimliksiz “hanımlar” dışında anlatının bütün karakterleri, eski kumandan, yeni kumandan, subay, konuk, mahkûm ve er, hepsi erkektir. Kadınların “hanımlar” gibi kokmaz bulaşmaz, sakınımlı, kadına da kıza da mesafeli, bu anlamda erkek egemen bir ahlak anlayışını dayatan, denetimli bir cinsiyet belirteci olan bir genelleme sözcüğüyle nitelenmesine karşın erkeklerin “beyler” gibi benzer bircinsiyet belirteci işlevi taşıyan toptancı bir sözcük yerine, farklı toplumsal ve hiyerarşik konumlarını nitelercesine kumandan, subay, konuk, mahkûm ve er gibi bireysel unvanlarıyla karşımıza çıkmaları anlatı ortamının en temelde, kadınsız ama kadınlardan da kadınsızlıktan da bunalan, başka bir deyişle ne kadınlı ne kadınsız barınılabilen eril bir ortam olmasıyla örtüşmektedir.
 
Dolayısıyla, merkezinde suçlunun suçunu önleyici bildiriyi bedenine hakkederek yazan ve bir süre sonra da suçlunun kan kaybından ölmesini sağlayan fallik bir işkence ve infaz aygıtı vardır. Söz konusu aygıt sömürgeleştirilen bir ülkedeki sömürgeci güçlerin buyrultularını somutlaştıran, sömürgeleştirilen ülkenin tarihini ve belleğini efendilerce, efendilerin dilinden yeniden yazarak yok eden ideolojik sistemin bir sembolü, onların iktidarının uzantısı olarak okunmalıdır. Eski komutan eski ataerkil düzenin bir temsilcisi, hükümdarın ve dolaylı olarak Tanrı’nın sömürgedeki eli olarak düzeni sağlamakla, suçu, suçluyu, cezayı tanımlamak, infaz etmek, yerli uyrukların ve emri altındaki diğer canlıların yaşamına ve ölümüne hükmetmekle mükelleftir. Bu mükellefiyeti yazılı olarak emri altındakilerden biri olan subaya da aktarmıştır.
 
Subaysa kendisine aktarılan bu aygıtı, sistemi, düzeni hiç değiştirmeksizin, o düzenin katıksız itaatkâr bir parçası olarak sürdürmekle yükümlüdür. En ufak bir sapmanın arıza çıkarması, düzenin işleyişinde aksamalara yol açması kaçınılmazdır.
 
Ancak tarih ilerlemekte ve artık sömürgeler eski ataerkil esaslara göre yönetilmemektedir. Anlatıdaki kadınların, muhtemelen 19. yüzyılda sanayi devrimi sonrasında, toplumlara dayatılan savaşkanlık, milliyetçilik, tahakküm ve koruyup kollayıcılık ilkeleri çerçevesinde tanımlanan erkeklik anlayışına karşı barışçıllığı, dayanışmayı, diyalogu ve karşılıklı yaratıcı etkileşimi savunan savaş karşıtlığı çerçevesinde geliştirdikleri ama zamanla kendi kendini yalanlayan ve bir tür parodiye ya da yanılsamaya dönüşen, cezaların daha insancıl koşullarda gerçekleştirilmesi gerektiği söylemleri nedeniyle yeni kumandanın eski kumandanın aygıtına yönelik ilgisizliği subayın devraldığı miras arasında çatışma unsuru yaratır.
 
Bu çatışma, bir parodiden ya da bir yanılsamadan kuvvet almaktadır çünkü eskinin yeni tarafından alt edilmesi, eskinin yerine daha iyi bir düzenin gelmesi anlamında bir çatışma değildir aslında. Sanırım Kafka’nın ironisinin keskinliği de buradadır. Kadınların eski kumandanın düzenine yönelik tehdit unsuru olmaları bir yana tam olarak ne istedikleri belirsizdir, çünkü söz konusu ceza ne kadar insancıl kılınsa da öldürücülüğünü korumakta, düzenin biraz yumuşatılmış haliyle devamını sağlamaktadır. Dolayısıyla kadınların insancıl müdahalesinin de yararsızlığı vurgulanmış olmakta, kadınlar bir kez daha toplumsal dönüşümde çok da etkili olmalarına izin verilmeyen etkisiz elemanlar olarak kendi kendilerine gelin güvey olmaktadırlar. Subayın yeni kumandanın yumuşak, kadınsı düzenine karşılık, eski kumandanın aygıta ilişkin kadim esaslarını sürdürme çabası da bir kez daha, kadınsız ya da daha itaatkâr kadınlardan oluşan bir toplum özlemi içinde olduğu izlenimini vermekte ve aslında yeni kumandanın da eski kumandanın da aynı kadınsızlığa hizmet edişini pekiştirmektedir.
 
Subay, eski kumandanın adaletiyle yeni kumandanın adaleti arasındaki sıkışmışlıktan kaynaklanan çıkmazını kendini düzene kurban edişiyle aşmaya çalışırken yukarıda bahsettiğimiz kadınların konumunun ve müdahalesinin yapaylığı ve yararsızlığı, aygıtın suçluya suçunu bellettirme yanılsamasından sıyrılmasında ve aslına rücu edip aslında basbayağı eril bir idam gereci haline dönüşmesinde belirginleşir. Subayın eski kumandanın esaslarını hakkettiği aklının korunağı olan başına gömülen aygıtın bir dişlisiyle can vermesi (aygıtın subayın beynine tecavüzü olarak da okunabilir) bu bakımdan anlamlıdır. Artık –mış gibi yapmaya, kaçak güreşmeye gerek yoktur, ister eski düzen olsun, ister yeni düzen olsun, düzen kendi sürekliliğini biraz yumuşayarak, biraz aksayarak, bozularak ama kendisini tehdit eden dişil harareti kimi düzeneklerle yatıştırarak istikrarlı bir biçimde sağlayacaktır.
 
Bu eril istikrar aslında anlatının da okura hissettirdiği gibi bir kabustur ve mahkûmla erin aynı sömürgenin uyrukları olmaları sebebiyle yakınlık kurmaları, mahkûmun arkasından yırtılan giysisinin onu yarı çıplak kılan, başka bir deyişle kadınlaştıran, önlüğe benzer bir giysiye dönüşmesiyle ikisinin eğlenmeleri, kabusu hafifletmeleri, kadınların mahkûma hediye ettikleri mendiller için boğuşmaları, sona doğru konuğu eski kumandanın artık bir mezbeleye dönüşen bir meyhanenin bir yerinde küçük bir taşın altında önemsizleşen mezarına götürüp ona rehberlik etmeleri, Hz. İsa’nın İkinci Gelişi’ni müjdeleyen Hıristiyanlık söylencesiniandıran mezar yazısı aracılığıyla eski kumandanın peygambere benzetilmesiyle alay etmeleri yetmeyecektir. Onların alay ettiği konuyu, anlatı iyice silikleştirip değersizleştirir. Hatta bu değersizleşme bile kendi başına anlamını yitirecektir çünkü konuk entelektüel önemini parasal gücüyle pekiştiren biridir ve aslında dolaylı olarak, onunla aynı fikirde olmasa da yeni kumandanın, başka bir deyişle, subayın alaycı söylemi içinde “çevresindeki hanımların” sesine “gök gürlemesiadını” verdikleri, pagan Yunan Tanrı’sı Zeus’u hatırlatan muktedirin söylemsel değil ama uygulamada bir uzantısıdır. Subayı kurtarmak için hiçbir şey yapmamış olduğu gibi meyhanede, eski kumandanın mezarı başında çevresindeki yoksulluğun dibindeki kişileri olmayacak duaya amin dedirten bir ölüye inat herkese para dağıtıp oradaki varlığını metalaştıran ve dolaylı olarak yeni kumandanın iktidarının ekonomik bir uzantısına dönüşümünü tescil edercesine sandalına binip sömürgeden ayrılıp ana gemiye dönerken mahkûmla erin sandala binip kendilerini kadınlı bir dünyaya kavuşturmalarına izin vermeyecek, yeni kumandandan dolaylı olarak aldığı yetkisini eline aldığı düğümlü bir halatın ucunu, yani aygıttan sonra bir başka fallik nesneyi onlara sallayıp sandala binmelerine engel olarak somutlaştırır. Eril kadınsızlığın istikrarlı kabusu ve bunaltısı şekil değiştirebilir, mekanik, çarklarla dolu bir aygıtken düğümlü bir halata, bir tehdit ve ceza aygıtına dönüşebilir ama sonuç değişmez.
                Sonuçta, subayın kendini aygıta yatırıp, mahkûmla erin bağlamasına izin vermeden önce buyurduğu gibi artık serbest olan mahkûmla er subayın cesediyle ve yeni kumandanın yumuşatılmış sömürgesinde hanımların aslında var edemedikleri bir insancıllık yanılsamasında başbaşa kalmaya yazgılıdırlar. Mahkûmun serbestliğinin iğretiliği konuğun döndüğü dünyanın özgürlüğünün aynı kadınsız, eril tahakkümün esneyen, bükülen istikrarlı bünyesiyle harmanlanacaktır.