https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg
Dünya Tiyatro Günü 1962 yılından beri her 27 Mart’ta kutlanıyor. 57. yılına giren bu kutlama Tiyatro’nun doğum günü değil, ancak bir açıdan doğumunun -ve var oluşunun- hatırlanıp, kutlandığı gün… 27 Mart 1954 yılında A.M.Julien’in girişimiyle Paristeki yabancı toplulukların oyunlarını sergileyebileceği, “Uluslar Tiyatrosu” adında bir festival gerçekleşti. Bu festival sonraki yıllarda da farklı toplulukları bir araya getiren büyük bir etkinliğe dönüşerek başarı kazandı. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından 1948’de UNESCO’nun ilk genel başkanı Sir Julian Huxley ile oyun yazarı ve romancı JB Priestly’nin yürütücülüğünde kurulan Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) ise Dünya Tiyatro Günü’nün resmileşmesinde rol oynadı. Kültür, eğitim ve sanat alanında barışçıl, sürdürülebilir ve evrensel niyetler taşıyan Enstitü, pek çok ulusu, dili, sanatçıyı bir araya getiren festivalin düzenlendiği ilk günü kutlama günü olarak kararlaştırdı. Her yıl çeşitli etkinliklerle kutlanan Dünya Tiyatro Günü’nün olmazsa olması ise, ulusal ve uluslararası tiyatro insanlarınca yazılan bildiriler oldu. Bugüne kadar yazılmış bildirilerden yazının boyutunun da el verdiği ölçüde seçerek, tiyatro üstüne düşünceler, duygular toplamı da denebilecek derleme bir metin hazırladım. Tek bir tiyatro olmadığı gibi, tek bir metin de olamaz… Okuyucudan ricam bir olasılıklar zemini içinde  okurken, kendi içindeki tiyatrocuya selam vermesi, bildiği, tanıdığı sanatçıları hatırlaması, şu anda var olanın bir zamanlar olmuş olanla ve bir zaman sonra olabilecek olanla bağlantısını hayal etmesidir. Nice yıllara! 
(…) bir Dünya Tiyatro Günü’nü daha (…) kutlamak üzere yeniden bir araya geldik. NO ve Bunraku tiyatrosu ile başlayan bir gün, yolu Pekin Operası’ndan ve Katakali’den geçen, Yunan ve İskandinav tiyatrosu arasında oyalanırken Aiskhylos’dan Ibsen’e, Sofokles’ten Strindberg’e geçen ya da İngiltere ve İtalya arasındayken Sarah Kane’den Pirandello’ya geçen ve kuşkusuz diğer bütün ülkeler gibi yolu Fransa’dan da ve en çok yabancı topluluğu ağırlayan şu içinde bulunduğumuz dünya kenti Paris’ten de geçen bir gün demektir bu bir gün. (…) Oynadığım bütün rollerdeki, perde kapanınca çekip gittiği sanılan ama bende birtakım yeraltı hayatlar açan oyun kişileri ve sıradaki diğerlerini silecek ya da onlara eşlik edecek karakterler de benimle birlikte geldi buraya… İzleyip sevdiğim ve seyirci olarak alkışladığım birçok karakter de eşlik etti bana. İşte ben bu noktada tüm dünyaya aitim. Yunanım, Afrikalıyım, Suriyeliyim, Venedikliyim, Rusum, Brezilyalıyım, İranlıyım, Romalıyım, Japonum, New York’luyum, Marsilyalıyım, Filipinliyim, Arjantinliyim, Norveçliyim, Koreliyim, Almanım, Avusturyalıyım, İngilizim. (…) Burada konuşan ben kendim değilim, bir oyuncu değilim, tiyatronun var olmak için kullandığı birçok kişiden biriyim. Bu hepimizin görevidir de. Ve bize elzem olan budur. Nasıl desem: Biz tiyatronun var olmasını sağlamayız, tiyatro sayesinde biz var oluruz. Tiyatro benim için ötekidir, diyalogdur, nefretin olmayışıdır. Halklar arasındaki dostluktur, – şimdi, bunun tam olarak ne demek olduğunu pek bilmiyorum fakat topluluk ruhuna, seyirci ile oyuncular arasında dostluğa, tiyatronun bir araya getirdiği bütün insanların, çevirmenlerin, ışıkçıların, kostüm ve sahne tasarımcılarının, tiyatroyu yorumlayıp öğretenlerin, tiyatro ile uğraşan ve tiyatroya giden herkesin uzun süreli dostluğuna inanırım. Tiyatro bizi savunur, bize korunak sağlar… Benim inancıma göre tiyatro bizi sever, bizim onu sevdiğimiz kadar… (…) (2017, Isabelle Huppert) 
(…) İnsanoğlu değişik düzeylerde ve değişik koşullanmalar içinde yaşadığı ‘hayat’ı; hem anlamaya, hem de anlatmaya çalıştı durdu. (…) Sahnede yaşanan hayat, Doğa’nın yahut Tanrı’nın yarattığı hayat yanında; salt bir görüntüden ibaret de olsa, bizzat İnsan’ın yarattığı hayattır. (…)  Dünya Tiyatro Günü, (…) Tiyatro’nun İnsandaki tılsımlı yaratıcılığı bir kez daha anımsattığı bir gün… (1998 / Çetin Altan) Niçin ihtiyacımız var tiyatroya? Bu yıllarda, kent meydanlarında ve devlet arazilerinde sergilenenlere kıyasla salonlarda sahnelenenler böylesine önemsizken… Gerçek hayatın otantik trajedileri oralarda oynanırken. Neyimiz oluyor tiyatro? Salonların yaldızlı galeri ve balkonları, kadife koltuklar, sahnenin kirli kanatları, iyi cilalanmış oyuncu sesleri (…)  Tiyatro ne söyleyebilir bize? Her şeyi! Tanrıların cennette nasıl yaşadıklarını, unutulmuş yer altı mağaralarında mahkûmların nasıl çürüdüklerini, tutkuların bizi nasıl yüceltebildiğini, aşkın nasıl mahvedebildiğini, bu dünyada nasıl kimsenin iyi bir insana ihtiyacı olmadığını, aldatmacaların nasıl saltanat sürdüğünü, mülteci kamplarında çocuklar solarken insanların apartman dairelerinde yaşadıklarını, o çocukların nasıl çöle dönmek zorunda kaldıklarını, hepimizin her gün sevdiklerimizden ayrılmaya nasıl zorlandığımızı… Tiyatro her şeyi anlatabilir. (…) (2016, Anatoli Vassiliev) (…) değişmeden kalan çok az şeyden birisidir Hikaye Anlatıcılığı… İnsanların bir arada yaşadıkları ortamlarda, ortak yaşama kodlarının belirleyicisidir. Bunların nesilden nesile aktarılmasına yardımcı olur. İşte kolektif bilincin kaynağını aldığı sanatlardan birisi de, gücünü hikayelerden alan Tiyatro’dur. (…) Zaman içinde tiyatro, yöntemini, biçimini, aracını değiştirdi ama hikayeler hep varoldu. Bizi; öfkemiz, hırslarımız, iki yüzlülüğümüz ve adaletsizliğimizle yüzleştirerek kendimizi temize çekmemize yardım etti, ediyor ve edecek… (…) Belki de bu yüzden Shakespeare bütün dünyayı bir sahneye ve bütün insanları da oyunculara benzetmiştir, sahneyi dünyaya değil (…) tüm gücümüzle hikayelerimize sahip çıkmaya mecburuz. Çünkü bizi birbirimize yaklaştıracak ve duygularımıza dokunarak ruhlarımızı iyileştirecek hikayeler yine tiyatronun içinde var. (…) (2017, Merih TANGÜN) 
‘Onların’ peşindeyim. Klişe üretmeyenlerin, boş laf söylemeyenlerin, sahneyi bir ego gösterisine dönüştürmeyenlerin, sulu espriler ya da ucuz etkilerle izleyiciyi tavlamayanların, yaşamdan kaçmayanların, zamanımızı çalmayanların, baştakilere yaranmak için kırk takla atmayanların peşindeyim. Beni güldüren, ağlatan, şaşırtan, yadırgatan, düşündüren, ezberimi bozan, belki de bir an durup kendime döndüren tiyatro ustalarının peşindeyim. Neden sahnedeler, ne yapıyorlar, ne söylemek istiyorlar? (…) (2018, Zehra İpşiroğlu) (…) Benim en sık peşine düştüğüm kılavuz geçmişte yazılmış kimi metinlerdir. Onları kaleme alanlar neredeyse yüz yıl önce Avrupa tanrılarının yavaş yavaş çöküşünü kâhin gibi ama abartıya kaçmadan gözler önüne serdiler. Beni sabah akşam düşündüren o yazarların anlattığı, uygarlığımızı bugün hâlâ dağıtılamamış bir karanlığa gömen ışık kaybıdır. Aklımda Franz Kafka, Thomas Mann ve Marcel Proust adları var. (…) Bu kişilerin ortaklaşa sezdikleri, dünyanın sona ermesinin kaçınılmazlığı idi – gezegenin değil, insan ilişkilerinin bugünkü modeli anlamındaki dünyanın. (…) O sezgi bütün acılığıyla bizim için bugün ve burada da geçerliğini koruyor. Dünya sona erdikten sonra da yaşamayı sürdüren bizler için. (2015, Krzysztof Warlikowski) 
(…) Tiyatro hareketlendirir, aydınlatır, endişelendirir, rahatsız eder, ruhu yüceltir, ifşa eder, kışkırtır ve gelenekleri ihlal eder. O, toplumla paylaşılan bir sohbettir. Tiyatro, boşluğa, gölgelere ve suskunluğa, replikleri uçuşturmak, hareketlendirmek, aydınlatmak ve hayatı galeyana getirmek için karşı duran ilk sanattır. (…) (2006, Victor Hugo Rascon Banda) (…) Kökleri ritüellerle mitosların buluştuğu alana uzanan tiyatro değişimin hem tanığı hem belleğidir. Çağa ve insana tanıklık, vazgeçilmez bir toplumsal işlev ve ihtiyaç olduğu gibi, insanlık serüvenini tüm renkliliği, çeşitliliği içinde kucaklayan, sahiplenen yüzüdür tiyatronun. (…) Tiyatro hatırlayarak tanıklık etmektir.(…) (2010, Ayşe Emel Mesçi) Hep birlikte hayal edelim. Bir kabile, havaya fırlattığı küçük taşlarla kuş avlamaya çalışmaktadır. Tam bu sırada dev gibi bir mamut sahneye girer ve KORKUNÇ BİR HOMURTU çıkarır. Aynı anda ona göre küçücük sayılabilecek bir insan da tıpkı mamut gibi HOMURDANIR. Sonra da herkes kaçışır. Bir insan, bir kadın tarafından –onu bir kadın olarak hayal etmeyi tercih ediyorum– çıkarılan o mamut homurtusu bizi biz yapan şeydir, türümüzün kökenidir: Olmadığı şeyi taklit edebilen bir tür. Öteki’yi temsil edebilen bir tür. (…) Tiyatro, ne kadar basit olursa, bizi insanın en harika yeteneğine, Öteki’ni canlandırabilme yeteneğine o kadar yakından bağlar. Bugün dünyanın tüm tiyatrolarında insanın bu muhteşem performans yeteneğini kutluyoruz: Temsil etme ve böylelikle geçmişimizi koruma –ve kabileye daha çok mutluluk ve özgürlük vaat eden olası gelecekler kurgulama- yeteneği. Bugün insan kabilesi tarafından alt edilmeleri gereken mamutlar nelerdir? Kabilenin bugünkü düşmanları kimlerdir? Bir eğlence aracı olmanın ötesine geçmek isteyen tiyatro neleri konu almalıdır? Bence en büyük mamut insan yüreklerindeki yabancılaşmadır. Öteki ile birlikte hissetme kapasitemizin yitirilmesidir. İnsanlara ve insan olmayan diğer yaşam formlarına şefkatin yitirilmesidir. (…) (2018, Sabina Berman)
Günümüzde yaşamın, tiyatronun geleneksel etkisinin ötesine geçtiğinin, öyküler anlatmanın artık olanaksız olduğunun konuşulduğunu duyuyorum. (…) Fakat biz geleceği bilmiyoruz. Güzel ve kusursuz olmayan bu günümüzü, akılcı olmayan düşlerimizi ve sonuçsuz kalan çabalarımızı o belirsiz gelecekten korumak için, kimin verdiğini bilmediğimiz enerjimizi ve yeteneklerimizi kullanmak bizim elimizdedir. Bunu yapmanın birçok yolu vardır. (…) Ben, ne olduğumuzu, ne olmadığımızı ve ne olmamız gerektiğini birbirimize göstermek gereksinimi duyduğumuz sürece, tiyatronun, kendi kendini yaşamla dolduracağından eminim. (…) (2003, Tankred Dorst)  (…) Tiyatro sanatının hayatta kalması onun kapasitesine, yeni araçlarla ve yeni dillerle kendini sürekli yeniden keşfetmesine bağlıdır. Tiyatro kendi çağının büyük olaylarına tanıklık etmeyi ne şekilde sürdürebilir ve insanlar arasındaki anlayışı ve açıklık ruhunu nasıl yaygınlaştırabilir? Hoşgörüsüzlük, dışlanma ve her türlü füzyona ve kaynaşmaya direnen ırkçılık sorunlarına karşı, kendi pratiklerinde çözümler önererek nasıl kendini onurlandırabilir? (2008, Robert Lepage) (…) Eski Yunan’dan günümüze değin tiyatro hakkında yazılmış ne varsa okurken, tiyatronun çeşitli dünyaları aracılığıyla kullanma gücüne sahip olduğu o iç tılsımından emin oldum. Tiyatro, işte bu yolla insan ruhunun derinliklerine erişiyor ve o derinliklerde yatan definenin kilitlerini açıyordu. Bunu anladığım zaman, tiyatronun gücüne, tiyatronun sevgi ve barış yayan birleştirici bir araç olduğuna ilişkin sarsılmaz inancım daha da güçlendi. Tiyatronun gücü farklı ırklar, farklı etnik gruplar, farklı renkler ve inançlar arasında diyalog kanalları açılmasını da sağlar. Ben böylelikle öğrendim, insanlığın ancak iyilikle yekpare kalabileceğini ve kötülükle de bölünüp darmadağın olacağını. Evet doğrudur, iyi ile kötünün çatışması tiyatronun özünde var. Fakat, sağduyu payidar kalır ve insan doğası çoğu zaman iyi, pür ve faziletli olanla eninde sonunda aynı yola baş koyar. Tiyatro güzelin kıymetini bilir, (…) Tiyatro, güzelliğin bütün biçimlerini kucaklar, içinde barındırır, çünkü güzeli değerli görmeyen hayatın değerini bilemez. (…) (2007, Sultan Bin Mohammed AL QASIMI)  
(…) başlangıçta hayat şekilsizdir. Öyleyse, oyun oynamaktan ne alıkoyabilir bizi? Pek az temel izlek var biliyoruz, ama yaratıcı insan kadar çok hikaye kurma ve anlatma biçimi de var. Tiyatro sanatı hayatı sıkıcı, ısrarcı bir düzenekten koruyup kollarken, yaratıcı insandan beslenir, besleniyor. Çünkü insan eşsizdir. (…) (2008, Orhan Alkaya) (…) Sanat olmasaydı, yaşamı güzelleştirmenin ve zorluklarına katlanabilmenin ne kadar güç olacağını düşünüyorum. Bütün olumsuzlukların, çirkinliklerin, sömürünün, çağlara göre şekil değiştirse de hep var olduğuna, insanlık onurunu korumanın, geleceğe olan inancın, sanatla ve sanata gönül vermiş insanlarla, bir panzehir gibi etki yaptığına, onların varlığıyla insanlık yürüyüşünün anlam kazandığına inanıyorum. (…)  Bütün bunların olabilmesi için ise; eleştirel aklın, özgür düşüncenin var olması gerekir. (…) Benzerliklerimiz ve farklılıklarımız, inançlarımız ve düşüncelerimiz, bir anlamda zenginliğimizi yaratırken, aslında hepimiz, insanlık denen bir ortak paydada buluşuyoruz. Bu noktada herkesin sevgiye, anlayışa, barışa, yaşamı paylaşmaya ihtiyacı var. (2015, Demet Taner) 
(…) Farkında olmasak bile insan ilişkileri teatraldir; mekân kullanımı, vücut dili, sözcüklerin seçimi, ses tonları, duygu ve düşüncelerin çatışması sahnede kullandığımız her şey yaşantımızda da vardır: insanın özü tiyatrodur. (…) Resmi bir devlet töreni, fakat aynı zamanda bir sabah kahvesi, günaydınlaşmak, ürkek aşklar, tutkuların büyük fırtınaları, bir senato toplantısı, diplomatik bir görüşme, hepsi tiyatrodur. Sanatımızın temel amaçlarından biri, seyircilerin oyuncu da olduğu dünya sahnesinde insanları günlük hayatın etkinliklerine karşı duyarlı kılmaktır. Hepimiz oyuncuyuz; tiyatro yaparak, bakmaya alışkın olmadığımız için göremediğimiz, aslında aşikâr olan şeyleri görmeyi öğreniriz. Kanıksanmış olan şey görünmez olur; tiyatro yaparak günlük hayatın sahnesini aydınlatırız. (…) Etrafımıza baktığımızda tüm toplumların, etnik grupların, sınıfların ve kastların içinde ezen ve ezilenleri görürüz, adaletsiz ve merhametsiz bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmak zorundayız çünkü bunun mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat hem sahnede hem de hayatımızda oynayarak bu dünyayı kurmak bizim elimizde. (…) Tiyatro sadece bir etkinlik değildir, bir yaşam biçimidir. Hepimiz oyuncuyuz: vatandaş olmak bir toplumun içinde yaşamak değil onu değiştirmektir. (2009, Augusto Boal) (…) Derler ki, tiyatro üçüz doğmuş bir sanat koludur: Yazar, oyuncu ve seyirci. Bunlar birbirinden ayrılırsa ortada tiyatro kalmaz. Oysa ben diyorum ki, günün en önemli sorunlarını kağıda aktaran yazar da, onları sahnede dile getiren sanatçı da sizin aranızdan çıkmıştır. Onun için biz bir bütünüz. Teker teker düşüncelerimiz ayrı olabilir, ama dertlerimiz birdir. Şimdi bu sahnede soruyorum sizlere: Kardeşi kardeşe kim kırdırıyor? Hangi katı yürekli, hangi cana kıyıcı, hangi bencil çıkarıyor perde arkasından bu suçsuz yavruları, sinsi sinsi, kukla gibi kullanıyor? Neden? Bunun yanıtını vermek için derin derin düşünmenizi bekliyorum. (…) Bu sorunları düşünerek çözmek seyircinin sağduyusuna bırakılmıştır. Sahnenin başlıca çabası seyircileri sağlam düşünmeye zorlamaktır. (…)  (1978, Muhsin Ertuğrul) 
Kuzey Libya’nın Sirenayka sahilinin 800 metre içerisinde büyük bir mağara bulunuyor. (…) 1951’de yapılan karbon tarihlendirmesi, burada aralıksız en az 100 bin yıllık bir insan yerleşimi olduğunu kanıtladı. Ortaya çıkarılan insan yapımı araç gereçlerden biri 40 ilâ 70 bin yıl öncesine ait kemik bir flüttü. (…) Drama kelimesi, Yunancada “yapmak” anlamına gelen “dran”dan türemiştir… ve tiyatro kelimesinin kökeni de Yunancada tam karşılığı görme yeri” olan “Theatron” kelimesidir. Sadece baktığımız değil, gördüğümüz, kavradığımız, anladığımız bir yer… (…) Londra’daki Shakespeare’s Globe’un yeniden inşası sırasındaki en dikkat çekici keşiflerden biri de ne gördüğünüzle ilgilidir. Bu keşif ışıkla ilgilidir. Hem sahne hem de salon eşit şekilde ışıklandırılmış. Oyuncular ve halk birbirlerini görebiliyor. Her zaman. Baktığınız her yerde insanlar var. Bu bizlere, örneğin Hamlet ya da Macbeth’in büyük tiradlarının yalnızca özel meditasyonlar değil, kamusal tartışmalar olduğunu hatırlatıyor. Net bir şekilde görmenin zorlaştığı bir dönemde yaşıyoruz. Çevremiz, tarihte ya da tarihöncesinde hiç görülmemiş çoklukta kurguyla çevrili. Her “olgu”ya meydan okunabiliyor, her öykü “gerçeklik” iddiasında bulunabiliyor. Özellikle de bir kurgu, sürekli olarak bizi kuşatıyor. Bizi bölmeyi amaçlayan; bizi gerçekten ve birbirimizden koparmayı amaçlayan bir kurgu. Siz ayrısınız diyen. İnsanlar insanlardan; kadınlar erkeklerden; insanlar doğadan ayrıdır diyen bir kurgu. Ancak bir bölünme ve parçalanma döneminde yaşasak da, aynı zamanda büyük bir hareket döneminde yaşıyoruz. Tarihte hiç görülmemiş şekilde insanlar hareket halinde; sık sık kaçıyor; yürüyor, gerekirse yüzüyor, göç ediyorlar; dünyanın dört bir yanında. (…) Duyarsızlığın geçer akçe, umudun kaçak kargo haline geldiği acımasız bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Ve bu zorbalığın bir bölümü de sadece mekânı değil, zamanı da kontrol etmeyi kapsıyor. İçinde yaşadığımız zaman, şimdiden kaçınıyor. Yakın geçmiş ve yakın geleceğe odaklanıyor. Bende bundan yok. Şunu satın alacağım… Pek çok kişi, tiyatronun bu durumu değiştirmeyeceğini ya da değiştiremeyeceğini söylüyor. Ama tiyatro hep burada olacak. … Ve tiyatro sadece şu anda, şimdide var olduğu için, o feci zaman görüşüne de meydan okuyor. Tiyatronun konusu her zaman şu andır. Anın anlamları oyuncu ve seyirci arasındaki ortak edim içinde inşa edilir. Sadece burada değil, bu anda. (…) tiyatro sayesinde o en temel gerçeği keşfederiz: Aramızdaki en özel ayrım diye düşündüğümüz şey, yani kendi bireysel bilincimizin sınırı, aynı zamanda sınırsızdır. O, paylaştığımız bir şeydir. (…) (2018, Simon McBurney, Birleşik Krallık) 
Bu, (…) tekrarı mümkün olmayan bir buluşma ânıdır. Bu, paylaşılan bir deneyimin parçası olmak üzere aynı zamanda ve aynı mekânda bir araya gelmeye karar veren bir grup insanın basit bir edimidir. (…) Tiyatro bize et ve kandan oluştuğumuzu ve bedenlerimizin bir ağırlığı olduğunu hatırlatmak üzere burada.  (…)  ben imha edilmesi gereken duvarlar her zaman gözle görünür olduğu için kendini ayrıcalıklı hisseden bir tiyatrocular kuşağının parçasıyım. Bu durum bizi elimizdeki imkânları dönüştürmeye, işbirliğinin ve yeniliğin sınırlarını zorlamaya; bodrumlarda, çatılarda, oturma odalarında, sokak aralarında ve caddelerde tiyatro yapmaya, şehirlere, köylere, mülteci kamplarına gidip kendi seyircimizi oluşturmaya sevk etti. Her şeyi kendi koşullarımızda sıfırdan inşa etme, yakamızı sansürden kurtarmak için yöntemler geliştirme, bu arada da kırmızı çizgileri çiğnemekten ve tabulara meydan okumaktan geri durmama avantajına sahip olduk. (…) Bugün sosyal ve politik yapılarımızı  dürüstlük ve cesaretle, yaratıcılıkla yeniden keşfetmek, her zamankinden daha gerekli. Yetersizliklerimizle yüzleşmek ve biçimlenmesinde rol oynadığımız dünya için sorumluluk almak adına. Bu dünyadaki tiyatro insanları olarak, bir ideoloji ya da inanç sisteminin peşinden gitmiyoruz, ama ortak özelliğimiz hakikati bütün biçimleriyle sonsuza dek aramak, statükoyu her daim sorgulamak, baskıcı iktidarlara meydan okumak ve sonuncusu ama en önemlisi, dürüstlüğümüzü korumak. (2018, Maya Zbib, Lübnan) 
(…) Benim teatral vatanım, bizimle buluşmak ve birkaç saati, üç-beş dakikayı, bizimle paylaşmak, bize eşlik etmek için şehrin en ücra köşelerinden gelen seyircileri gördüğüm anda konumlandırılmıştır. Benim teatral ülkem, bana ve diğer aktörlere ait olan ülkem. Saklandığımız maskelerin arkasından çıktığımız, ellerimizin karanlıkta birleştiği, yapmacık konuşmalardan ve kendimiz olma korkusundan kurtulduğumuz anlardan örülerek yapılmış ülkem. (…) (2019, Carlos Celdran) (…) Dünya Tiyatro Günü, tekil ile çoğulun, öznel ile nesnelin, bilinç ile bilinçaltı’nın birbirleriyle derinden kaynaştığı önemli bir olaydır; bu uyuşma ve kaynaşmadan insanı büyüleyici olağanüstü yaratıklar doğar. Fikirlerin birbirlerine uzak ve yabancı kalması, dillerin ortaya çıkardığı duvarlar, nice anlaşmazlıkların kaynağı olmuş, bugün de olmaktadır. İşte tiyatronun geniş imkanları, bu engelleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. (…) makine uygarlığı, tiyatroyu öldürmüş diyorlar. İnanmıyorum buna ben. Milletlerarası Tiyatro Enstitüsü’nün kendi adına konuşma ödevini bana vermiş olmasından faydalanarak, eskiden krallar hakkında kullanılan bir sözü (biraz değiştirerek) şöylece tekrarlayacağım: “Tiyatro öldüyse, Yaşasın Tiyatro”. (1962, Jean Cocteau)