Nasıl açıklasın ki canını acıtan şeyin kaybettiği çocukluğu olduğunu?
JoseEduardoAgualusa
Sabah, Veysel’ in odasında gözlerimi açtığımda, sobanın akşamdan kalma sıcaklığı tükenmiş, dört duvar buz kesmişti. Kireç badanalı küçük odada, mum gibi katlanıp üst üste dizilmiş yorganlar, teyzemin çeyiz sandığının üzerinde, özenle kolalanmış dantel ağızlıklarıyla iki yıldır kimseyi sarıp sarmalamadan sessizce duruyordu. Her yaz okul kapanır kapanmaz, teyzemin yanına gelir, Veysel’ le köyün altını üstüne getirirdik. Bu oda sığınağımızdı. Veysel’ le birlikte, yorganları devirip üzerlerinde hoplarken çekilen kulaklarımız, birlikte tadına bakıp bölüştüğümüz üzeri vişne reçelli tereyağlı ekmeklerimiz, çıplak kız resimleriyle dolu dergilere gizli gizli bakışlarımız, birbirimize küfredip küsüştüğümüz, gülme krizlerine girip barıştığımız, çocukluğumuz saklıydı, bu küçücük odada.
Gece, anıların acısıyla sızıp kalmışım. Sabah, sanki teyzem her zamanki gibi erkenden kalkmış, hayvanları sağmış, dumanı tüten sütle birlikte, peçkada pişirdiği nohut ekmeğinin üzerine yağ gibi peyniri sürüp kahvaltıyı hazırlamış, ‘’Hadi be kızanlar, sofra hazır’’ diyen o yumuşacık sesiyle Veysel’ le beni uyandırmış gibi, açtım gözlerimi. Ne var ki teyzem yoktu artık, nohut ekmeği de. Zihnimiz, sınıfın yaramaz çocuğu gibi. Ruhumuzu çimdikleyen oyunlar oynuyor durmadan.
Güneşin çatlatıp, yaşlandırdığı yüzüne yerleşen, gündöndünün sarısı, buğdayın kurumuş başağı ve gözlerinden eksik etmediği sevinçli gülümsemesiyle bakan teyzemin gözlerinden, karnında bebeğiyle kocasını biçerdövere kaptıran gencecik kadının, yalnızlık ve sahipsizliğini anlamak mümkün değildi. Yazgısına olan öfkesini, kırgınlığını içinde taşıyıp, yanında yöresinde olanları hiç yormayan insanlardandı teyzem. Göçmen yeşili gözlerinin kederi saklayan bakışlarına aldanıp, çocuk aklımla, O’ nu dertsiz sanmam bundanmış. ‘’Kızanımmm’’ diye sarıp sarmaladığı Veysel’ ini, o meret hastalığa kurban ettiğinde de asilce yaşadı yüreğini eriten acısını. Sessizce, bir kendi dizini dövdü, bir benim dizimi.
Yorganı üzerimden kaldırınca, tek katlı eski evin duvarlarını delip içeri sızan mart soğuğu, yuvarlana yuvarlana, tek bir damla halinde, sırtımdan, kuyruksokumuma kadar aktı. Pijamalarımın üzerine, hızlıca kazağımı giyip odadan çıkmaya çalışırken, odanın salona açılan yeşil tahta kapısının üzerinde, henüz kimsenin ölmediği yıllardan kalan izleri gördüm. Nohut ekmeğinin kokusundan sonra birde bu izler. Yeni boyanmış ahşap kapıya, kulaklarımızın çekileceğini bile bile Veysel’ le birlikte yapıştırdığımız, ellerimizin izleri. Her boyanışında biraz daha azalan ama hiç geçmeyen izler. İnsanların gidip izlerinin kaldığı kapılar. Eskiyen kapılar. Baktıkça yaralayan, açtıkça acıtan kapılar.
Salonu geçip, küçük mutfağa girdiğimde sanki yaşanılanların hiç biri yaşanmamış, teyzem dün evden çıkmış, bugün geri gelecek gibi, yerli yerindeydi her şey. Bulaşıkları yıkamış, kenarı ince dantelli, kurulama beziyle bulaşıkları kurulamış, tabakları duvardaki ahşap dolabın üst rafına, bardakları da en alt rafa ağızlarını aşağı çevirerek dizmişti. Üzeri kanaviçe işli, kolalı, beyaz örtü ile örtülmüş çatal ve kaşıklar, kenarı boydan boya çatlamış, melamin kayık tabağa özenle yerleştirilmiş bir halde, birazdan mutfağa girecek teyzemin, dumanı tüten, üzerine peynir rendelediği tarhanayı, tabaklara paylaştırıp, ellerinin çatlağının acısına aldırmadan, lahanaları ve biberleri turşu bidonundan çıkarmasını bekliyor gibiydi. Parmaklarımla, çiçek desenli muşamba masa örtüsüne dokunmasam, örtüye yapışıp kalan yapışkan toz parmaklarıma bulaşmasa, büyüdüğümü unutup, çocukluğumun en güzel anında, yaşayıp gidebilirdim yıllarca.
Gerçeğe dönünce pencerede asılı duran satılık yazısını fark ettim. İki yıldır hiç kıpırdamadan yeni sahiplerini beklemiş ve birazdan o sahiplerle tanışacaktı bu küçük kasaba evi. Yıllardır kimsenin uğramadığı, sahiplerinin yavaş yavaş terk edip gittiği bu hayalet kasaba, son günlerde, şehirden kaçıp, küçük kasabaların sessizliğine sığınan insanlara yuva olmaya başlamıştı. Veysel’ den sonra kimi kimsesi kalmayan teyzem, tüm itirazlarıma rağmen ‘’Senin bu ev oğul’’ diye tapuyu üstüme devredivermişti, yakında oğluna kavuşacağını bilir gibi.
Veysel tedavi için, şehrin nefesinin kesildiği, gökyüzünün pusunun üzerimize akıp, denizin mavi sularını gümüşi ettiği günlerden birinde, gelmişti yanıma.Sahil kenarındaki bankta,montunun kapüşonunu, saçları dökülmüş başına geçirmiş otururken, teyzem gibi bakan göçmen yeşili gözlerinin umutsuz bakışlarıyla, ‘‘Gitsem desem bırakmıyor, kalsam desem iyi etmiyor bu şehir.’’ Demişti, hastanede her şeyin kötüye gittiğini öğrendiğimiz o gün. Vapurlar gelip geçiyor ve bu şehrin bitip tükenmek bilmeyen sisi pusu yağıyordu üzerimize. Uzun uzun kız kulesine bakan Veysel ‘’ Her gün binlerce insanın öldüğünü görüp, onca acıya, yalana şahit olup halen ayakta durabilmek nasıl bir dayanıklılıktır. Taşı çatlatacak acılar yaşanmadı mı daha.‘’ dediğinde, ben yanımızda ki banka oturmuş, huzurla denizi seyreden, kim bilir kaç yılı devirmiş, tırnaklarını geçirdikleri bu hayatı bırakmayı akıllarına getirmeyen iki yaşlı kadına küfrediyordum içimden. ‘’Yanınızdaki bankta can çekişen bu gence bakıp hiç mi utanmazsınız? Onca yılı devirirken kaç gencin hayatından çaldığınızı nasıl anlamazsınız? Ölün siz. Ölün ki Veysel yaşasın.’’ diye isyan ettiğim o gün, umutlarını iyice tüketip, pes edip döndü Veysel kasabaya.
O akşam öğrendim, gece yarısı çalan telefonların uğursuzluğunu. Uğursuz haberleri vermek için yemin etmişti sanki bütün gece yarısı telefonları. Veysel’ den altı ay sonra tekrar geldi o meret telefon bir gece yarısı. Gittim, teyzemden kalan evin kapısını kilitleyip, penceresine satılık yazısını asıp döndüm puslu şehrime. Bırakıp gidince, bütün anıların unutulacağını zannetmenin yanılgısına düşmüşüm meğer. O günden sonra yapıştı kaldı üzerime ölümün kokusu. Bu koku, ölünün ardından yas tutmayı bırakamadıkça, terk edemiyor bizleri. Kaçtıkça kovalıyor insanı, gözleri yaşartan o kesif koku. Bırak diyordum, bırak, anla artık, eskiyor işte bazen bir şeyler. Evler eskiyor, evlerin kapıları eskiyor, kapıyı açan eller eskiyor, ellerin sahibi insanlar eskiyor. Var olmanın doğası eskimek. Kabullenmeli ve sessizce bırakmalı eskileri ve eskiyenleri. Evleri de bırakabilmeli. Kapıları, o üzerine izlerimizin sindiği kapıları bırakabilmeli. Son kez kapamalı ve bırakmalı. Bir terk ediş değil bu, bunun adı bırakış. Eskiyeni rahat bırakış.
Çalan kapı zili, evin yeni sahiplerini getirdi. Anahtarı onlara bıraktım ve usulca uzaklaştım. Yas tutmayı da bırakmayı öğrenecektim elbet. Son kez dönüp, teyzemin kapısına baktım. ‘’Hoşça kal çocukluğum’’ dedim, ‘’hoşça kal’’.