https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Öykünün temel taşlarından biri, okurlara karanlıkları göstermesidir. Aydınlatmamız gereken yerleri hatırlatmasıdır diye başladığım ve öykülerin sesine birlikte kulak verdiğimiz bu yazı dizisinin dördüncü molasındayız. Öykünün karanlıklara ışık tutan bu özelliği ile birlikte içinde kaybolma olasılığımızın çok olduğu labirenthalinden söz etmek istiyorum.
             Öykünün dolambaçlı yollarında, farklı koridorlarına girip, çıkış yolunu bulamayıp, öyküyü belki de tekrar tekrar okuyarak her seferinde çıkışa biraz daha yaklaştığım ve sonunda ‘’kendimce’’ doğru sona ulaşıp kahramanın değişim yolculuğuna tanıklık edebildiğim öyküleri ya da farklı bir deyişle puzzle gibi öyküleri okumayı seviyorum. Alt metinlere başvurarak yazılan öyküler, yazarın okurunun zekâsına güvendiğinin bir göstergesi. Tabi bu arada yazarın okuru düşünerek yazmasının gerekliliğinden söz etmiyorum. Yazara böyle bir misyon yüklemenin anlamsızlığını belirtmekte fayda var.
         Genel olarak öykünün okura ayna tutacağı zannedilse de ne öykünün nede öykü yazarının böyle bir görevi yoktur. Yazar metnini yazar ve okura teslim eder. Öykünün de tek derdi vardır, okurun kafasını karıştırmak. Okurun kafası karışsın ki zihni bulansın ve karanlığı görebilsin. Bu nedenle edebi metinlerin tümünde dil çok önemlidir. Yazar kullandığı dil aracılığı ile kendi anlatım tekniğini oluşturabilir böylece okur için yazarın ne anlattığından çok nasıl anlattığı önem kazanır. Oluşturulan bu dil ile kaleme alınan öykü, kendi başına buyruk, bağımsız bir kimlik haline gelir ve bir ruh kazanır. Öykünün mülkiyeti okura geçer. Yazar sessizce aradan çekilir ve öyküyü okurun zihnindeki yerine bırakıverir. Öykü karakterleri ete kemiğe bürünüp, bir mekânın içinde belli bir zamanda yaşamlarını sürdürmeye başlar. Yazar metni yazmış, okurun eline bırakmıştır. Sessiz Öyküler adını verdiğim bu yazı dizisinin bu ay ki konuğu Berna Durmaz’ ın elime bıraktığı ‘’Ses’’ adlı öyküsü gibi.
         Önce yazarın ‘’Ses’’ adlı öyküsünün de içinde bulunduğu Karayel Üşümesi adlı kitaptan söz etmek istiyorum. 17 öyküden oluşan kitaptaki öyküleri birbirine bağlayan bir tema olmamasına rağmen öykülerin çoğunluğu kadın kahramanlardan oluşuyor.  Kaleye kapatılan kadın, kocasından şiddet gören bir kadın ve ona kapılarını açan komşusu, karısına ‘’Un böceği’’ diyen bir adamın öyküsü gibi genelde dar bir çevrede yaşayan kadınların hayatlarına odaklanmış Berna Durmaz. Kapanıp kaldıkları dünyalarında kendi doğrularıyla yaşayan, ezilen hor görülen bu kadınların hayatlarına farklı bir bakış açısıyla bakmış. Yarattığı karakterler, ezilen kadınlar olmasına rağmen, alışkın olduğumuz bakış açısından farklı bir gözle bakacağımız kadın karakterler yaratmış. Bu kadın karakterlerin, yazarın eleştirilmesine sebep olma olasılığı oldukça yüksek. Ama bence tamda burada öykü görevini yapıyor, karanlığa ışık tutuyor ve hayata başka bakan kadınlarda var diyor. Bildiğimiz olayları, kendi özgün diliyle, farklı bir bakış açısı ve anlatım biçimiyle yazmış Berna Durmaz. Buda nitelikli öykülerin ortaya çıkmasına neden olmuş haliyle.
       Ses öyküsü bu kitapta kendi sesiyle var olan farklı bir öykü. Öykü kahramanının cinsiyeti ve adı yok. Yazar, öykünün ruhuna uygun olarak belki de en doğru tercihi yapmış ve öykü kahramanının adını ve cinsiyetini saklı tutmuş.
      Öncelikle ‘’Ses’’ kelimesinin TDK ya göre kelime anlamına bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum.  ‘’Kulağın duyabildiği titreşimlerdir,’’ diyor TDK.  Mecazi anlamda baktığımızda ise, herhangi bir davranış, tutum karşısında uyanan ruhsal tepkidir. Vicdanın sesi, aklın sesi gibi. İşte; yazar hikayesini bu mecazi anlamdan yola çıkarak öyküleştirmiş.
      Bir ses kaynağından yayılan ses dalgaları, çevresindeki diğer ses kaynaklarını titreştirebilir mi? Okur bu sorunun karanlığına gömülüyor öykü boyunca. ‘’Ses’’ bir sembol. Okur, öyküyü her okuyuşunda, öyküden yayılan ses dalgası farklı bir ruhsal tepkisini uyandıracak, atılan çığlığın sahibine her seferinde farklı kimlikler yakıştıracaktır demek doğru bir tanımlama olacaktır.
 ‘’Ses’’ bağıran, acı çeken seslere kayıtsız kalışımızın, onları duymazdan gelişimizin öyküsü.  Duymazdan geldiğimiz sesin gidişini şu cümleyle anlatıyor öyküde Berna Durmaz.
‘’Şeytan uçurtmasının upuzun kuyruğu olup, kıvrılarak uzaklaşıp gitti.’’ Yankısı duyanı yanıt vereni olmayan ses acı içinde gider. Acıdır belki, yoksulluk ya da aşktır partal parça olan sesin nedeni. Kimsesi olmayanlara çevirdiğimiz sırtımızla birlikte bizde yürürüz sesin aksi yönüne.
‘’Başına dert almak istemeyenlerin telaşlı, ürkek kaçışı da denebilirdi yürüyüşüme.’’ Diyerek önce sesten kaçan öykü kahramanımız, anlatıcının ‘’Yattığı yerden, öyle bir bağırdı ki, birkaç yerinden yırtılıp sesi, öyle yayıldı sokağa. Partal parça bir şey oldu. Yarasalar gibi döndü ortada, kör’’ diye tanımladığı bu sese bir süre sonra kayıtsız kalamayacak ve öykü kahramanının, belki aklının, belki vicdanının sesi titreşecektir.
‘’Oysa bir sesi hatırlamak nasılda zordu. Kulağımda çınlamasının bıraktığı tınıyı yeniden yaşamak… Yokken var kılmaya çalışmak.’’
Yolda yürürken tesadüfen duyduğumuz bu sesler, hangi acıyı, laneti küfrü anlatır bilmek istemeyiz.  İstemeyiz istemesine de sesten kaçtığımız gibi vicdanımızdan kaçabilir miyiz? Boşluğa bırakılan ses gelip bizi bulsun isteriz. Kahramanımızda bekliyor sesin gelip kendini bulmasını.
‘’Gelip beynime sel suyu gibi yürümesini, ne kadar hücresi siniri varsa hepsine dolmasını istiyordum. O vakit ondan kaçırdığım elimi, ona doğru uzatabilirdim. Omuzlarından tutup düşüp kaldığı yerden kaldırabilirdim. Kulağımı ağzına yaklaştırıp ne demeye çalıştığını anlayabilir, belki bir umar bile olabilirdim o vakit.’’Bu sözlerle dile getirilen pişmanlık sonucu yollara düşer ve sesin sahibini arar öykünün kahramanı. Sırtını döndüğü, duymazdan geldiği sese ulaşmak kolay olmayacak, en az o sesin sahibi kadar perişan olacak tanınmaz hale gelecek, ‘’Ölümcül bir seslenişe tutulacaktır.’’ Şehir artık kocaman bir labirent olur ve ses ile öykü kahramanı labirentin birbirinden uzak koridorlarında gezinir dururlar. Şehrin dolambaçlı sokaklarında ölümüne aradığı, kaybetmekten korktuğu ses kimin sesidir?
Labirentin bir sokağında karşı karşıya geldiklerinde onu bir kez daha kaybetme korkusuyla ciğeri yırtılana kadar bağırır. Ama sesle arasındaki boşluğu doldurmak mümkün değildir artık.
‘’Sesle söz arasına giren, giderek genişleyen, sonsuza kadar büyüyecek bir boşluktu bu.’’ Diye yazar Berna Durmaz bu duyguyu ve okur anlar. Bu kez başka birinin vicdanın sesinin, sokağın dönüşlerinde kaybolmak üzere olduğunu. 
Kahraman ses ile çatışıyor öyküde. Seslerin uzayan görüntülerini yitirmekten, varoluşunu hatırlanmaya borçlu olan sesleri yitirmekten korkuyor öykünün isimsiz kahramanı. Yazar, sesi kaybetmeden önce, yere düşen ve yattığı yerden bağıran, bağırdıkça partal parça olan ve uzaklaşıp giden, yankısı, duyanı cevap vereni olmayan sesten,  ‘’Başına dert almak istemeyenlerin telaşlı, ürkek kaçışıyla yürüyüp giden ‘’ öykü kahramanını, sesin yanından uzaklaştırarak düğüm atıyor öyküye ve okuru zifiri bir karanlığın ortasına bırakıveriyor. Duyun diyor, boğazı yırtılırcasına bağıranları.
 
**********
 
Berna Durmaz, 1972 Kırklareli doğumlu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitiren yazarın öyküleri çeşitli dergilerde yayımlandı. 2013 yılında Bir Fasit Daire adlı öykü kitabıyla Haldun Taner Öykü Ödülüne değer görülen yazarın, ayrıca Tepedeki Kadın, Bir Hal Var Sende, Karayel Üşümesi ve Metal Hayatlar adlı öykü kitapları bulunmaktadır.