Yine şu yerdeyim. Hani aşık olamadığım yer… Bugün ne bardak ne de zeytin… Olsun, zaten kullanmıyordum ki… Uzun zamandır, zaman dilimim anlardan oluşuyor; bulunduğum yer de öyle… Yine aynısı oluyor, ruhum çok başka. Geçenlerde beni daha yeni tanıyan biri, çok sakin biri olduğumu söyledi. Saçma! Hayatım boyunca hep tersini işittim. Bir insan kendini nasıl daha fazla rezil edebilir? Eğer özne bensem, bir şekilde beceririm bunu; öyle çaba filan da harcamam ha.
Henüz akşamın yedisi; ama ben on saattir aralıksız denebilecek şekilde çeşitli içkiler içtiğimden, bana çok geçmiş geliyor vakit. Ah yine şu bilmem ne ettiğimin vakti!
Güldürmek? Direk ünlem! Sohbet açmak? Bir ünlem daha! Ortamı yumuşatmak? Bir tane daha!.. Olmadık yerde düşen kalem kapağı gibi hissediyorum. Bunu açıklayabilirim belki; ama gerek var mı? Sevdiklerim hep ötemde, yüreğimden çok öte… Bir de sevmediklerim var. Kadınlarınsa benimle olan sorunu çözülemedi hala. Tamam, zengin değilim; hiçbir zaman da olmayacağım. Artık genç de sayılmam. Aldığım alkol miktarı ve içme tarzım da ürkütücü, farkındayım. Ya ruhum? Ruhum öldü a dostlar; şimdi bir kovalayan bekler.
Üç noktalar üzerine şiir yazan bir şair tanıyorum. Şimdi tepemdeki tenteye şakır şakır indirmekte… Ayaklarımın dibindeki bir yem kabından bir sokak kedisi karnını doyurma telaşında… Hayatım hiçbir zaman sonlanmayacak cümlelerden ibaret; hep üç nokta yan yana…
Kendi kendimi yeterince bunalttığıma ikna olduktan sonra hesabı ödeyip ayrılıyorum mekandan. Büromun otoparkında duran arabama doğru yürürken biri kesiyor yolumu; sigara istiyor. Bir değil iki tane çıkarıp uzatıyorum. Sonra konuşmasındaki düzgünlük, halindeki mahcup tavır alıkoyuyor beni yolumdan. Bir gece önce de Ercan (ortağım), yolunu kesen bir adamdan söz etmişti. Şarap almak için eksik kalan 5 TL’yi tamamlamaya çalışıyormuş. Ercan, rahmetli teyzesi de gazeteci olduğundan anında adamı tanımış, eski bir gazeteci, foto muhabiri. Ercan’la aramda geçen konuşma aklıma gelince ve aynı sokakta karşılaşınca o adam olduğunu anlıyorum. Anında vazgeçiyorum eve gitmekten. Sigaraları uzattıktan sonra, “Sen eski gazeteci olansın değil mi?” diye soruyorum. Şaşkın bir şekilde bakıyor yüzüme. “Evet,” diyor. Bir gece önce Ercan’la karşılaşmasını filan hatırlatıyorum. Sonra, “Bekle burada,” dedikten sonra yandaki tekele giriyorum. Birer paket sigara ve birkaç kutu da bira aldıktan sonra tekelin hemen köşesindeki apartman duvarına tünüyoruz. Başlıyor anlatmaya, ben de dinlemeye… Eski bir foto muhabiri, eğitim almış, evlenmiş, boşanmış; basbayağı koca bir hayat yaşamış. Şimdi, yaklaşık üç aydır sokaklarda yatıp kalkıyormuş. “Dostlarım,” diyor, “Hiçbiri dostum değilmiş. Sonra ailem, diğer tüm yakınlarım…” Lafının burasında gözleri doluyor, susuyor bir müddet. Birden bire tüm dostlarından, ailenden azade, kendini sokakta buluveriyorsun işte!
O şarabını, ben biralarımı içtik durduk. Ben de anlattım bir şeyler. Sonra sohbetimiz Nazım Usta’ya geldi. Ezberimizdeki şiirlerini sarhoşça, ama bir ayyaş özeniyle seslendirmeye çalıştık. Aynı anda, “Dünyanın en büyük şairine,” diye tokuşturduk elimizdekileri. Sonra yine gözleri doldu; “Bir ablam var,” dedi, “Öteki Gökçeada’da öldü. Hayatta olansa meclis muhasebesinden emekli. Burada yaşıyor. Kendimi toparladıktan sonra kapısını çalmamı istiyor. Birader, eğer bana şimdi yardım etmezse ben nasıl yapabilirim bunu!” O böyle anlattıkça ben içimden dünyanın adaletine sövüp duruyorum. Okumuş, meslek sahibi, şiire düşkün bir adam kendini günün birinde sokakta bulsun! İçimden kırk defa lanet savuruyorum. Hani kırk defa söyleyince oluyordu. Bilmem kaçıncı kırkım da bir işe yaramıyor!
Oturduğumuz köşeyi göstererek, “İşte tam şurada bir döşeğim vardı,” diyor, “Atmışlar çöpe. Onlar da haklı; sonuçta çekiniyorlar benden bir şekilde. Ben de olsam, istemezdim işte evimin önünde bir evsizin yatmasını.”
Sinirlerim enikonu bozuluyor. Bir bira daha açıyorum. Aklımdan tonla şey geçiyor yine. Kalkıp eve gitmeliyim, bu duruma benim getirebileceğim bir çözüm yok, bu gece de hava enikonu soğuk olacak, ben kendimle başa çıkamıyorum… Gecenin sonunda, “Bu gecelik bende kalabilirsin,” diyorum, “Ama yalnızca bu gece. Sana kalıcı bir çözüm bulmamız şart.” Sonra tanıdığım bir gazeteciden bahsediyorum. Tanıyormuş; hem de eşkalini verecek kadar… Böylece tekelden birkaç bira daha alıp evime gidiyoruz.
Oturtuyorum bir koltuğa, ayaklarını da uzatabileceğini söylüyorum. O hala şarabını içiyor. Bense arka arkaya bira içiyorum. Sonra aklıma aç olabileceği geliyor. Bunu daha önce düşünemediğim için kızıyorum kendime. Adam kibarlığından dolapta bir şey olup olmadığını bile sormuyor bana. Biraz sucuk ve yumurta buluyorum. İştahla indiriyor midesine. Bir yandan da “Sen de alsana birader,” diye teklif ediyor. Benim ruhum akıyor. Karnı doyunca uykusu geliyor, “Yatabilir miyim?” diye soruyor, “Şu koltuklardan birinde kıvrılırım.” Götürüyorum onu kitaplığın olduğu odaya, açıyorum ışığı, “Bak istediğin kitabı alabilirsin, burada yat. Yorgan da var,” diyorum. Gözleri doluyor yine adamın. Ben kendiminkileri yatağıma saklıyorum.
Odama girer girmez doluyor gözlerim. Duracak gibi de değil bu sefer. Ağlaya ağlaya bir sigara daha yakıyorum. Hemen yan odada, hiç tanımadığım bir evsiz, bense yatağımda gözyaşı döküyorum. Birden tüm korkularım gün yüzüne çıkıyor tekrar. Şu oturduğum barda karnını doyuran sokak kedisini düşünüyorum ister istemez. Onun yaşamı daha kolay görünüyor gözüme. Dalıyorum sonra… Yattığım odanın yanında olduğundan tuvalet, gece her kalkışında işitiyorum sesini. Beni uyandırmaktan çekindiği için özenli davrandığını anlayabiliyorum.
Sabah altı gibi uyanıyorum. Bizimki kalkmış; minimum düzeyde ses çıkarmaya çalışarak hareket ediyor. Çıkmıyorum yedi buçuğa kadar yataktan. Sonra kalkıyorum. Pencere önü koltuğuma oturmuş, kalan biralardan birini yudumluyor. Yanı başındaki sehpanın üzerinde de Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı açık bir şekilde bekliyor. Kalktığımı fark edince gözlerinin içi gülüyor. Kahve yapıyorum. Dolapta kalan son iki birayı içtiği için özür diliyor. Zerre umurumda değil. Ben iğrenç derecede kapalı gökyüzüne bakıyorum. Bu geceyi nasıl geçireceğini düşünüyorum.