Rus edebiyatının en önemli roman, öykü, oyun ve deneme yazarlarından biri olan Lev Nikolayeviç Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı kitabı üzerine bir inceleme.
“İvan İlyiç’in Ölümü” adlı romanın içeriği, zengin ve soylu bir ailenin çocuğu olan Tolstoy’un hayatının anlamını bulma yolundaki çırpınışlarının ve ailesinin bu çırpınışları anlayamamasının adeta bir izdüşümüdür. Flashback tekniği ile yazılmış olan bu roman, yazarın ölüm temasını yoğun olarak ele aldığı “üç ölüm” romanından sonra ikinci kitabıdır.
Roman, yargıçlar kurulu üyesi olan İvan İlyiç’in ölüm haberini gazetenden öğrenen sözüm ona dostları, iş arkadaşlarının bu habere üzülmek yerine içten içe sevindikleri, kurul üyesi olarak yerine belki kendilerinin belki de yakınlarının atanacağını, maaşlarının artacağına dair duygu ve düşünce tanımlamaları ile başlar. Cenaze törenine bile katılmaya gerek duymayan, çeşitli bahaneler üreten arkadaşlarından sadece İlyiç’in dostu olarak bilinen İvanoviç katılmak zorunda kalır. Arkadaşına karşı vefa borcu olduğunu düşünür ve öğlen uykusundan fedakârlık ederek cenaze evine gider. İvanoviç, cenaze evinde başka bir arkadaşı olan Şvartz ile karşılaşır, bakışlarıyla akşam briçi nerede oynayacaklarını kararlaştırırlar. Sonra İlyiç’in karısı olan Praskovna Feodorovna’nın yanına gider ve üzüntüsünü paylaşmasının gerekli olduğunu düşünür. Aralarında, İlyiç’in ölümü nedeniyle Feodorovna’nın alacağı dul aylığı hariç hükümetten başka para alıp alınamayacağı diyaloğu geçtikten sonra da cenaze törenine katılır.
Tolstoy’un cümlelerinin okurun üzerinde oluşturduğu etki ile akıllara tek soru geliyor. Acıyı paylaşmak, diye nitelendirdiğimiz durum aslında başkalarının beklentilerine cevap vermek ve sosyal çevreden elenmemek için yaptıklarımızın bir sonucu mudur? Sorunun kendisi bile yaralıyorken cevabın bizlere aldıracağı yarayı düşünmek bile istemiyorum.
İvan İlyiç’in Ölümü adlı roman bir sonuçla başlamıştı. Ama bu bir son değil aslında olayların nasıl bu hale geldiğine dair bir soruydu. Gelelim 45 yaşında ölümle tanışan İvan İlyiç kimlerle, nasıl bir yaşam sürdü ki cenaze töreninde bile sevgisizlik var oldu?
Romanda; çocukken ailesinin gözbebeği olan okul hayatı başarılı İlyiç’in, çocukluğunda bile dalkavukluk yapmadığı ancak gençliğinde yüksek tabakadan insanlardan etkilendiği, insanoğlunun yaradılışı gereği etkilendiği insanların hayat görüşlerini benimsediği, yine de özündeki sezgilerinin sınırlarını aşmayacağı kadar kibre ve liberalizme kapıldığı, her dönemde saygı duyulan biri olduğu bahsedilmekte.
İvan İlyiç ilk görevi olan memurlukta herkesin beğenisini toplar. İlerleyen zamanlarda yeni hukuk düzeninin uygulamaya geçirilmesi ile aranan yeni önemli adamlardan biri olur. Onu önemli biri yapan görevi ise sorgu yargıçlığıdır. Sorgu yargıcı olduktan sonra bir davette tanıştığı, iyi bir aileye ve gelire mensup, saygıdeğer akrabalara sahip Feodorovnaile evlenir. Evliliklerinin ilk yıllarında çok mutlu olan çiftin, Feodorovna’nın hamile kalması ile mutlulukları bozulur. Karısının bitmek bilmeyen istekleri, her geçen gün hırçın ve kavgacı oluşu, İlyiç’in gelirinin ailesini mutlu edemediğini zannetmesine yol açar. Ayrıca İlyiç’in karısının gereksiz kıskançlıklarından bahsedilmesi ise Tolstoy’un eşinin de çok kıskanç olduğu bilindiği için romanda kendi hayatına atıfta bulunduğunu düşündürmekte.
İvan İlyiç maddi ve manevi sıkıntılı giden hayatını düzene girdirmek için hak ettiği değeri vermediklerini düşündüğü bakanlıktan istifa eder. Daha iyi şartlar vadeden Petersburg da yeni bir işe başlar. Eskisi gibi önemli insan vasıflarını kazandığı, herkesin yine imrenerek ona baktığı, maaşının arttığı işini karısına anlatır ve mutluyum dediği günlere tekrar kavuşur.
Yeni iş için şehir değiştirmeleri gerektiğinden İlyiç ailesinden önce yaşayacakları şehre giderek orada ailesininde istediği gibi bir ev tutup, itina ile bu evi döşer. Evi zengin insanların evi gibi döşemeye çalışsa da kendileri gibi olanların evlerine benzer. Bir süre sonra İlyiç ve ailesinin çevresi seçkin insanlarla dolar. Çünkü kendilerine taşkın sevgi gösterisi sunan pejmürde eş, dost ve akrabalarla ilişkilerini keserler. İlyiç ve ailesi yeni evlerinde huzurlu günlerini yaşarlar.
Ta ki İlyiç’in kendisini hasta hissedinceye ve midesinin sol tarafındaki gün geçtikçe artan ağrı ile tanışmasına kadar. Bu rahatsızlık İlyiç’in daha gergin ve ailesine özellikle de karısına karşı sıkıntı çıkaran biri olmasına sebep olur. İlerleyen günlerde karısı Feodorovna’nın teşviki ile doktora gider. Doktoru ve tedavi sürecini, kendisine ve yaptığı işe benzeten İlyiç, doktorun kendisini oyaladığını düşünür. Bunca zaman ölümün ne olduğunu düşünmeyen İlyiç ölüm korkusu ile tanışır. Durmadan hastalığını düşünür, sürekli farklı doktorlara gider fakat hiçbirinin dediklerine güvenmez. İlyiç’in beden sağlığının yanı sıra ruh sağlığı da böylelikle bozulur. Tanısı bir türlü konamayan hastalığını önemsemeyen ailesi ve çevresini de kırmaya başlar. Her geçen gün zayıflamaya devam eden İlyiç ne yapacağını şaşırır. Moralini yüksek tutmaya çalışsa da vücudundaki ağrılar ölümü hep hatırlatır.
“Bu ne apandisit ne de böbrek sorunu; bu, yaşamak ya da… ölmek sorunu” (syf:63)
Hastalığının üçüncü ayında herkes her şeyi anlar. İvan İlyiç’in durumu kötüdür. Tuvalet ihtiyacını bile tek başına karşılayamaz olur. Baş kahyası Gerasim her işinde ona yardım eder. Gerasim’in, kendisinin en kötü işlerini bile sevgi ve içtenlikle yaptığını anlayınca İlyiç onu bir an olsun yanından ayırmak istemez ve sürekli bahaneler bulur. İlyiç her ne kadar ailesine ve çevresine kızsa da son ana kadar onlardan hep sevgi bekler. Fakat iki yüzlülüklerini gördükçe daha fazla yıpranır.
Ağrının doruklarına vardığı bir gece kendisi ile iç hesaplaşması başlar. Önceki mutlu günlerine dönmek isteyen İlyiç’e içindeki ses, eski yaşantısındaki iyi ve hoş şeylerin ne olduğunu ve onların gerçek olup olmadığını sorar. İlyiç ise eski yaşantısını düşündüğünde mutluluk olarak nitelendirdiği her şeyin içinde eriyip, yok olduğunu hisseder. Bunca zaman hayatını boşa yaşamış olduğu ve eliyle hayatını değersizleştirdiği gerçekliğiyle yüzleşir. Sürekli kendisi ile hesaplaşma yapmaya başlayan İlyiç’in yalnızlıkları arttıkça anılarında ki yanlışlıklarda su yüzeyine çıkar. Anılarında çoğu kez çocukluğuna ve çocukluğundaki çektiği acıları hatırlarken bulur kendini.
İnanır mısınız? Tolstoy, beden ağrısının, ruh ağrısına tercih edileceğini öyle güzel cümlelerle okuruna anlatmış ki okurken kendinizi cümle balosunda, psikanaliz yaparken bulabilirsiniz.
Ölmesine iki saat kala ölüm korkusunu içinde arayan İlyiç onu bulamaz. Çünkü her şeyi anlar. Hayatını çocukluğundan beri yanlış yaşamıştır. Hayatını düzeltebileceği her yerde aynı hatalara düşmüştür. Şimdi ise geç kalmıştır. Ölüm gelmiştir.
Eğer bu iç hesaplaşmanın notalarını çıkarabilseydik bunun bir ağıt olduğunu hemen anlardık. Kitabı bitirdiğimde aklıma Freud’un,
“Tanrılar biz yaşlandıkça yaşamı daha da tatsızlaştırarak, belki de bize merhamet etmekte. Böylece en sonunda ölüm bize, taşımak zorunda olduğumuz birçok ağır yükten daha tahammül edilebilir görünür”sözü geldi.
Tolstoy’un yaşanılan hayatı kendi ellerimizle şekillendiğimizi anlattığı bu kitabında, ölüm kapımızı çalmadan önce hayatımızda tekrarlanan, bizi yıpratan, sevginin yerine koyduğumuz her şeyi bulup iyileştirmemiz gerektiği öneriliyor. Bu anlamlı kitabı okumanız dileğiyle…