https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Geçirdiğimiz şu günler hepimizi psikolojik anlamda oldukça fazla etkiliyor. Evde kalabilmek adına bireysel olarak uğraşlar ediniyoruz. Ben de annemlerin evinde sıkılırken kitaplığımı düzeltme hevesiyle başladığım etkinliğimde, yıllar önce bir sahaftan aldığımı anımsadığım Sevgili’ye rastladım. Sevgili romanı 1984 Goncourt Ödüllü, Türkçe çevirisi Özdemir İnce tarafından yapılmış, 1985 yılında Can Yayınları’nın bastığı, çağdaş dünya yazarları serisinden Marguerite Duras’ a ait bir kitaptır.

Goncourt Ödülü Fransa’ nın en önemli edebiyat ödüllerinden sayıldığı için kitap hemen ilgimi çekti. İçinde çizili satırlar görünce kitabı okuduğum zamanları da hatırladım. Sevgili romanı; yeniden okumanın vakti geldi, dediğimiz kitaplardan biridir.

Marguerite Duras, 1914 yılında Çinhindi’de dünyaya geldi. Çocukluğunun büyük bir bölümünü burada geçirdikten sonra 18 yaşında Paris’e gitti. Sorbonne Üniversitesi’nde hukuk, matematik ve siyaset bilimi okudu. Sol görüşlere yakınlık duydu, bir dönem Fransız Komünist Partisi’ne üye oldu. Yazarlığa 1942 yılında başladı. 1950’de yazdığı üçüncü romanı olan Pasifik’e Karşı Bir Baraj adlı kitabı filme uyarlanınca tanınmaya başladı. 1960 Cannes Film Festivalinde gösterilen Hiroşima Sevgilim filminin senaryosunu yazdı. 1975’de senaryosunu kendi yazdığı Hindistan Şarkısı’nı yöneterek filme çekti.

Duras, çocukluk yıllarını geçirdiği Çinhindi’den oldukça etkilenmiştir. Nitekim otobiyografik bir roman olma özelliğini taşıyan Sevgili romanı da bu döneme işaret eder. Roman; on beş yaşında yoksul beyaz bir kızın, Mekong nehri üzerinde bir vapurda yolculuk ederken kendinden yaşça büyük zengin bir Çinli’yle tanışmasını ve onunla birlikte cinsel aşkı keşfedişini anlatır. Kitap, üslup açısından gelenekleri yıkan bir anlatımla yazılmıştır. Olaylar kronolojik sıra ile anlatılmaz, bu sebeple ilk başta anlatımın sizi yoracağını zannedersiniz; ancak dilin sadeliği buna engel olur. Yer yer bilinç akışı tekniğini de benimsemiş olan yazar; olay örgüsünü kitabın bazı yerlerinde birinci tekil şahıstan, bazı yerlerinde ise üçüncü tekil şahıstan anlatır. Bu anlatım sizi olaydan bir uzaklaştırır, bir olayın içine sokar. Kitabı 70 yaşında yazan ve anılarını hatırlayıp hüzünlenen Duras’ı görür gibi olurken bir anda “küçük kız” deyimiyle geçmişe yolculuk edersiniz. Sanki bir fotoğrafa bakıp da geçmişini anımsayan yazar değil de sizmişsiniz gibi olur. Bu anlatım tekniğinde kullanmış olduğu farklı özneler üzerine biraz daha eğildiğimde bir şey fark ediyorum. Yazar, Çinli adamla yaşadığı özel anları anlatırken çoğunlukla “küçük kız” ibaresini kullanıyor. Ailesinden bahsettiği çoğu yerde birinci tekil şahısı benimserken, sanki kendisine bile itiraf etmekte zorluk çektiği bazı bölümler üçüncü tekil şahısla yazılmış gibi görünüyor. Elbette bu seçim özellikle mi yapılmış bunu Duras’dan başkası bilemez; ama bana hissettirdiği duygu bu oldu.
Yazarın bazı yerlerde kullandığı eksiltili cümle tekniği de hem ana karaktere ayrı bir hüzün katıyor hem de anlatıma şiirsellik getiriyor: 

“ Demek ki, Koşinşin’in güneyindeki geniş ve pirinç ovasında, Kuşlar ovasında, Vinhong ile Sadec arasındaki araba vapurunda, Mekong ırmağının bir kolunu geçerken.”
“Yaşım on beş buçuk. Irmağın geçilişi. Saygon’a dönerken, yolculuğa çıkmış gibiyimdir, özellikle otobüse bindiğim zaman.”
“On beş buçuk. Olay duyuluyor Sadec’te. Yalnızca şu kılık bile ayıbın tanığı.”     

Buna benzer cümleleri gördükçe sanki boğazıma bir yumru oturmuş da devamını söyleyememiş gibi hissederken buluyorum kendimi. Yazarın kullandığı teknik detaylar; karakterin içinde bulunduğu umutsuzluğu, yoksulluğu ve yalnızlığı derinden duyumsamamı sağlıyor.
Sevgili, konu itibarıyla bir aşk hikayesi gibi görünse de arka planda yazarın aile yaşamına ve dönemin toplumsal algılarına dair ciddi bilgiler içerir. Biraz satır aralarında gezinerek size romanın diğer yüzünü de göstermek isterim:

“… Sürekli açlık çeken yaşlı-çocuklar için evet, ama bizim için hayır, biz açlık çekmiyorduk, biz beyazdık, utanma denen şey nedir biliyorduk, eşyalarımızı satıyorduk, ama açlık çekmiyorduk, bir yerli uşağımız vardı ve kimi zaman berbat şeyler, uzun bacaklı kuşlar, küçük timsahlar yiyiyorduk, ama bu berbat şeyleri bir uşak pişiriyor ve masaya getiriyordu, kimi zaman geri çeviriyorduk, yemek istememek şımarıklığını yapmak için bir sakınca görmüyorduk.”
Burada olduğu gibi daha pek çok yerde yazarın sınıfsal ayrım eleştirisini görmek mümkün. Daha en başından anlıyoruz aslında, “Çinli adam”la “beyaz kız”ın niçin birlikte olamayacağını. Hatta küçük kız da daha hikaye başlamadan biliyor aslında bunu, belki de bu yüzden Çinli adam kendisini ona kaptırırken küçük kız hep dirayetli ve soğukkanlı oluyor ona karşı. Bu sınıfsal ayrım, Çinli adamın ona çekinerek yaklaşmasının nedenidir, küçük kız daha ilk andan kozların elinde olduğunu farkında ve şu cümlelerde geçiyor bu detay kitapta: “Kız biliyordu, adamın korktuğunu biliyordu. Daha ilk anda böyle bir şeyi biliyor, yani adamın yazgısının kendi elinde olduğunu.”
 Anne karakteri tüm kurtuluşun küçük kızda olduğu inancında ve bu sebeple kızının tükenmek bilmez nefretini kazanıyor: “Bana bakıyor, konuşuyor: Belki sen paçayı kurtaracaksın. Sürekli saplantı. Bir şeye erişmek değil söz konusu olan, bulunulan yerden kurtulmak.” Romanın geneline baktığımda belki de annenin bulunulan yerden kurtulma saplantısı küçük kızı bu Çinli adamla birlikte olmaya itiyor:

“Küçük kız şimdi bu adamla yatmak zorunda kalacak, ilk erkekle araba vapurunda karşısına çıkan.”

Yazar, birkaç sayfa ötede ailesinin geneline karşı duyduğu kin duygusunu şu cesur cümlelerle anlatırken bir taraftan da aslında kendini sorgular ve sizi de hiç kuşkusuz ki kendinizi sorgulamanın “eşiğine” getirmeyi başarır:

“ Eşiğinde sessizliğin başladığı yerdir bu kin. Orada yalnızca sessizlik egemendir, bütün yaşamın boyunca süren bu ağır yük. Hala oradayım, bu şeytan çarpmış çocukların önünde, gize aynı uzaklıkta. Yazdığımı sandığım halde hiçbir şey yazmadım, sevdiğimi sandığım halde hiçbir zaman sevmedim, bu kapalı kapının önünde beklemekten başka hiçbir şey yapmadım.”

Kitabı bitirdikten hemen sonra Sadec ve Saygon şehirlerine, Mekong nehrine, kitaptaki asıl olayın geçtiği her detaya bakıyorum. 1920’li yılların sonlarında geçen bu olayları kafamda yeniden canlandırmaya çabalıyorum. Fransız sömürgesi altında olan o bölgeyi hayal ediyorum. Beyazlar ve yerli halk sınıfsal ayrımını tekrar tekrar gözden geçirirken kitapta geçen ve yüreğimi sızlatan bir başka cümleyi daha anımsıyorum: “Oğlunun Sadec’li beyaz orospucukla evlenmesini kabul etmeyecek baba.”  Bir kadın olarak cümleyi içimden tekrar ediyorum. Ayrım parayla birebir bağlantılı, cinsiyetle bağlantılı, doğduğunuz yerle, ırkınızla, yaşam seçimlerinizle… Yüzyıllardır süre gelen bu “kendisinden olmayanı aşağıda görme” eylemi ne zaman eylemsizliğe dönüşecek, merak ediyorum.