Stefan Zweig hakkında yazılan onlarca makale yazısı olmasına rağmen yine de onun hakkında yazılmak istenmesi biraz ironik duruyor olabilir. Fakat bu ironiye ironi olarak yine kalemi elime alıyorum ve onu yazarken buluyorum, kendimi. Birçok film, müzik, kitap hatta spor hakkında yazılar yazmış olmama rağmen Stefan Zweig yazacak olmak bana hepsinden ayrı bir heyecan veriyor. Onun kelimelerinde kaybolmak denizdeki dalgaların üstünüzden geçmesine izin vermek gibi. Sıcak bir havada girilen soğuk deniz ve dalgaların omuzlarınızı yalayan serin dilinin verdiği haz; Zweig’ın verdiği hazla neredeyse eşdeğer.
Ruhumuza dokunan birçok yazar var, bunu kabul etmek gerek. Oscar Wilde, Franz Kafka, Dostoyevski ve Tolstoy gibi. Tabii bu örneği klasikler dizisi kadar genişletebilirim. Ama tadında bırakarak tekrar Stefan’a dönmek istiyorum. Nedenini çözemediğim bir şekilde Stefan içimden geçen bütün yazarlardan bir şekilde sıyrılmayı başarıyor. Kitaplarla dolu bir çantayla eve gelmenin hazzını herkes bilir. Ama benim için haz, o çantanın içinde Stefan olmadığı zaman her zaman eksik kalıyor. Çok sevilen bir şeye duyulan arzu ve elde edemeyişteki içsel isyan ve yıkıntıyı andırıyor. Bir yerler açık kalmış gibi soğuk geliyor. Yüz tane de kitap alsam önce Stefan’ı kapıyorum elime ve nefes almadan geçen saatlerin ardından kitabın kapağını düzgünce kapatıp başucuma bırakıyorum.
Herkeste olan bir şey olduğunu farz ediyorum; bir kitabı bitirdiğinizde derin bir nefes alır ve nefesinizi dışarı üflerken duvara boş boş bakarsınız. Kitabı okurken yaşanılan doygunluk, o güzelim sayfalar sona erdiğinde yerini ılık bir rüzgâra bırakır. Hem kitabı okumuş olmanızın mutluluğu vardır içinizde hem de bitmiş olmasının hüznü.
Stefan okurken sık sık başıma gelir bu fakat Korku’yu okurken sanırım bir miktar fazlasını yaşadım. Sadece kitap sonunda değil kitabı okurken de fırtınaya kapılıp giden bir sonbahar yaprağı gibi hissettim, kendimi. Ve sonunda dedim ki: “Bir erkek, bir kadını bu kadar iyi anlatabilir.” Bu cümleyi aynı şekilde Bir Çöküşün Öyküsü, Bilinmeyen bir Kadının Mektubu, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat ve Ay Işığı Sokağı’nda da demiştim. Hatta şimdi farkediyorum da muhtemelen çoğu kitabında bunu dedim.
Kadınlar anlaşılmaz varlıklardır. Bu klişeyi bilmeyen yok. Biz bile bazen kendimizi anlamıyoruz. Dudaklarımızın arasından çıkan kelimeler iyi ya da kötü olsun birkaç saat sonra bize geri gelebiliyor ve “Bunu neden dedim ki?” diyebiliyoruz. Kendi içimizde bile bitmeyen bir mahkemeyle yaşarken Stefan Zweig’ın bizi anlaması beni hem utandırıyor hem sevindiriyor. Sonunda birileri tarafından anlaşılmak kusursuz bir sarılma hissi gibi çevreliyor etrafımı. O kadar iyi anlıyor ki bizi. O an düşündüklerimizi ve gelecekte düşünebileceklerimizi; ruh halimizi ve hissettiklerimizi; soyut olaylar karşısındaki somut davranışlarımızı…
Hayranlıkla okuduğum Korku romanı yine bir kadının, bir önceki paragrafta saydığım bütün özelliklerini dışa vuruyor. Stefan’ın belki de yazmış olduğu en diyalog içeren kitap olmasının yanı sıra bence gerçek korkuyu da bize anlattığı mat bir kitap. Bayan Irene’nin yetmiş sayfalık korkusu damarlarıma kadar titretmişti, beni. “Demek gerçek korku böyle oluyor,” demiştim kendi kendime ve hatta sanki korkması gereken Bayan Irene değil de ben olmuştum. Sanki onun yaptığı hatayı ben yapmıştım ve beni tehdit eden bir şantajcım vardı. Kendi gölgemden bile kaçma ihtiyacı hissettiğimde kitabın sonuna gelmiştim ve evet, hayatımda aldığım en derin nefesi de belki o an aldım.
Kitabı okuyan kişilere soruyorum, bazen. Benimle aynı şeyleri hissedip hissetmediklerini merak ediyorum. Ve insanlar orada ikiye ayrılıyor, benim için: Stefan Zweig okumayı bilenler ve bilmeyenler. Bir kısım insan ilk sayfalarının çok sıkıcı olduğunu ve hatta Bayan Irene’yi hiç sevmediklerini, söylüyor. Diğer grup insan ise karakteristik özellikleri bir kenara bırakıp kelimelerle oyuna çıkıyor, tıpkı benim gibi.
Anlatılmak istenen çok basit: Korku! Zweig bu duyguyu, hislerinize dövme yaptırmanızı istiyor. Aşk, mutluluk, hüzün, özlem, kaygı, sevgi, çöküntü, gurur ve acı… Bunların yanı sıra Korku’nun da olduğunu gözler önüne seriyor. Ölebilmenin, korkuyla yaşamaktan daha özgür olduğunu şaşırarak anladığınızda Stefan Zweig’ın intiharı yine size acıyla bezenmiş kanlı görüntüsüyle mantıklı görünüyor.
Ve asla unutmayacağım, “Ne kadar da haklı!” dediğim o sözleri kitabıyla buluşturuyor, Zweig. Korkularını kendisiyle birlikte gömerek geriye kelimelerini yaşattığın için teşekkürler…
“Korku cezadan çok daha beterdir, çünkü ceza bellidir, ağır da olsa hafif de, hiçbir zaman belirsizliğin dehşeti kadar, o sonsuz gerilimin ürkünçlüğü kadar kötü değildir.”