Mahallemin sokakları hiç olmadığı kadar ıssız bu gece. Köselelerimin arnavut kaldırımlarda çıkardığı ses sanki herkes ölmüş de, bu dünyada bir ben kalmışım hissi veriyor. Ürperiyorum. Etrafıma bakınıp bir insan görmeye çalışıyorum ama tek gördüğüm cılız sokak lambalarına yansıyan kendi gölgem oluyor. Kendi gölgemden korkuyorum. Bir yandan buz gibi hava içime işliyor. Kabanımın içinde büzülüyorum.
Hemen arkamdan bir ses duyuyorum. Dönüp bakıyorum; kimseler yok. Hayıflanıyorum kendi kendime; ne korkak bir adam oldun sen Harun! Yoluma devam ediyorum. Mahallemin ayakta kalmaya çalışan köhne binalarında kendimi görüyorum; hepsi dip dibe,ama aslında derin bir yalnızlık içindeler. Ben de sevgili karım Aysel’le dip dibe yaşıyorum ama bir süredir sıra dağlar var aramızda. Derin bir küslük içinde bana, tek kelime dahi konuşmuyor. Haklı da kendince.
Derken arkamdan yine bir ses duyuyorum. Çöp bidonundan fırlayan kediyi görünce rahatlıyorum. Ama uzun sürmüyor bu rahatlamam. İlerideki sokaktan bir karaltı geçtiğini görüyorum. O kadar hızlı geçmişti ki, nereden çıktığını fark edememiştim. Kalp atışlarım hızlanmaya başlıyor. Sokağın başına gelince kafamı çevirip o yöne bakıyorum; yoğun bir karanlıktan başka bir şey görünmüyor. Fakat bir şeyler gördüğüme de eminim. Of! İyice paranoyak oldum galiba! Yalnızlığımı ve korkumu bastırmak için ıslık çalmaya çabalıyorum ama soğuktan taş kesilmiş dudaklarım buna izin vermiyor.
O da nesi? Bir ses daha duyuyorum. Bu ses… Bir çocuk kahkahası. Nereden geldiğini anlamaya çalışıyorum. Sağa-sola bakınıyorum, evlerin balkonlarına, pencerelerine, ama yok, etrafta hiçbir çocuk yok. Oysa ses o kadar yakından gelmişti ki… Adımlarımı hızlandırıyorum. Eve az kaldı diye telkinde bulunuyorum kendime.
“Baba!”
“Ne? Kim var orda?”
Sokakta yankılanan sesimbumerang gibi bana geri dönüyor;
“Ne? Kim var orda?”
Kendi kendimle konuşuyormuş hissine kapılıyorum. Yine bir çocuk gülüyor kulağımın dibinde. Ama ben hiçbir şey göremiyorum. Gaipten sesler mi duyuyorum? Ah! Galiba aklımı kaçırıyorum. Nefes alışım gittikçe sıklaşıyor. Artık yürümeyi bıraktım, koşuyorum. Göremediğim bir şeyden kaçıyorum. Koşarken bir yandan da arkama bakıyorum. Bir şeyin beni takip ettiğine eminim. Tabana kuvvet koşuyorum. Sonunda nefesim tükeniyor, soluklanmak için bir binanın köşesinde duruyorum. Etrafa göz gezdiriyorum; havada uçuşan çer-çöp dışında bir şey görmüyorum. Seslere kulak kabartıyorum; rüzgârın uğultusu benliğime işliyor. Sokak lambası cızırdıyor, bir yanıp bir sönerken. Uzaklarda bir yerden trafik gürültüsü geliyor. Kalbimin atış sesi tüm sesleri bastırıyor.
Derin bir nefes alıp koşmaya devam ediyorum. Evimin olduğu sokağa döndüğüm anda olduğum yerde taş kesiliyorum! Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Bir süre hareket edemiyorum. Tam karşımda dikiliyor; küçük, badem gözler, güleç bir surat, o karakteristik yüz… Boyundan büyük bir kahkaha patlatarak bana doğru yürümeye başlıyor. Geri geri adım atarken bağırmak istiyorum ama sözcükler boğazımda düğümleniyor. Ayağım bir şeye takılıyor ve sırtüstü yere düşüyorum…
“Hayır!”
Soluk soluğa doğruldum. Bulunduğum yerve zamanı algılamaya çalıştım. Yatağın diğer ucundan sorgulayıcı bakışlarla bana bakanAysel’i görünce bir oh çektim.
“Kâbus gördüm hayatım. Seni de uyandırdım, kusuruma bakma.”
Hiçbir şey söylemeden tiksintiyle bana bakmaya devam etti. Bense gördüğüm rüyanın etkisiyle vicdanımla hesaplaşıyordum.
“Bebeğimize kıyarsakömür boyu bu kabustan ne sen ne de ben kurtulabiliriz Harun!”
Uzun bir aradan sonra güzelim benle konuşuyordu nihayet. Ama bu konuşmanın sonu hayır mı, şer mi olacak tahmin edemiyordum.
“Canım yapamayız, doktorun dediklerini biliyorsun, down sendromlu bir çocukla başa çıkmak…”
Lafımı yarıda kesip ona sarılmaya yeltendim, nefretle itti beni.
“Korkağın tekisin sen! O bizim yavrumuz, ona kıymak istemiyorum!”
Bir kez daha hüngür hüngür ağlamaya başladı. Belki de haklıydı; dediği gibi korkağın tekiydim. Bebeği aldırması için sürekli baskı yapıyordum ona. Ve evliliğimiz freni patlamış bir kamyon gibi hızla yamaç aşağı sürükleniyordu…