“Bıcırık! Ne var ne yok?”Tepeden bir ses.“Bıcırık anandır!”Hay dilimin yayına tüküreyim!İşte, yolunu değiştirdi, geliyor çam yarması. “Ağzımdan kaçtı abi!” Annesine, hanımefendinin ellerinden öpeyim, selam çaktığım an mideme bir haltlar olmuştu zaten, şimdi acı bir tat boğazımda. Çam yarması patikadan döne döne inerken yavaştan da bacaklarım titremeye başlıyor. “Piç! İnsan bildik de selam verdik be!” O kıvırcık koca kafasını sallaya sallaya geliyor vallahi.
Elimdeki filede çırpınıp duran sıçanla beraber çukurdan çıkıyorum. Çukur dediğime bakmayın, dedemin babasının bile karnını doyurmuş olan yağ fabrikasını, biz ona “Şato” deriz, dolaşan borular zincirinin açıldığı yer. Afili lağım! Derler ki bu borular zinciri bir kilometreden daha uzunmuş. Te karşıki okuldan dağ yoluna kadar mesafe yani. Nereden anladın derseniz öğretmenin her sabah o yolu beş tur koşmasından, derste de “Ben her sabah okuldan dağ yoluna kadar beş tur koşarım, bu da on kilometre eder çocuklar!” demesinden anladım. Öyleyse bir tur iki kilometre, bunu da böl ikiye, eşittir şişko bir yumruk!
Dalmışım. Çam yarması çeneme patlatıyor, elimdeki filenin üzerine düşüyorum. Annem bu dalıp gitmelerimi hiç sağlıklı bulmaz, hakkı varmış… “Anandır ha? Bir daha söyle bakayım!” Altımda bir şeyler kıpırdanıyor. “Isırıyor, ulan, dur abi dur!” Çam yarması, yerde kahkahalarla debelendiğimi görünce ne yapacağını şaşırıyor. Sonra kıçımın altından çıkardığım fileyi görüyor: “Pislik, hastalık kapacaksın!” Geri basıyor. “Korkma be abi!” Fileyi ona yaklaştırdıkça sıçanın da çam yarmasının da gözleri irileşiyor.
Kolum yettiğince öne uzatıyorum fileyi, çam yarması hipnotize oluyor. Bir rüzgâr iniyor, ötedeki bataklığın ekşi yağ kokusunu tepemize çalıyor. Yağ dediğime bakmayın, dedemin babasının bile karnını doyurmuş Şato’nun yüksek gri duvarlarından sızan yağ. Günlerden bir gün; işçi amcalar artık çalışmak istemediklerine karar vermişler, haşa, daha güneş tepeye varmadan atmışlar kendilerini çimene. Yumrukları havada, dillerinde kendilerini doyuranların anası, bacısı!
Süzekçibaşını bilir misiniz? Balon balon şişen yağın dışarı üflediği, yağ ölüsü derler, o pis gazı toplayan işçi. Eline bir döviz almış, hurra dışarı. Ya Kazancıbaşı? Fokur fokur kaynayan yağın dolup taştığı, dev mezarı derler, o koca kazanların ateşini harlayan işçi. O da galeyana gelmiş, ateşe üflemeden, hop dışarı. Önce yağ ölüsü, Şato’nun kulesini havaya uçurmuş. Ayakta kalan birkaç duvar aha şurada. Sonra aziz yağ, kudretli yağ önüne çıkanı yutarak vadiye fışkırmış, kırk gün kırk gece, Şato’nun her gediğinden oluk oluk akmış.O yağ ki az önce kıçımın altında vikvikleyen şu tombul, etli sıçanı, onun yedi sülalesini besler olmuş artık. Sıçan sakin, çam yarması da ağzı açık dikiliyor. Tanırmışçasına inceliyor sıçanı.“Benimle gel abi” diyorum. Anasını falan unuttu tabii.
Sazlıkların boy verdiği yerde; iki senedir içinde sıçan yakaladığım çukurdan daha büyük, ikinci bir çukur var. Borular zincirinin sekteye uğradığı yer. Çukurun başına gelince çam yarması nefes nefese, “Çüş!” diyor, “buraya ne olmuş?” Vallahi ahmak! Kasabalının yedi sülalesi Şato’da çalıştı ulan, nasıl bilmezsin! Cahil! Boğazımı temizliyorum: “Abi, bilirsin ki senin dedenin babasının bile karnını doyuran bu yağ fabrikası, namıdiğer Şato…” çam yarmasının dudağı sarkıyor, “kutsal bir müessese idi. Çukurun dibinde gördüğün borular zincirinden her gün sayısız bidona sığacak kadar yağ geçerdi!” “Bana ne be?”“Bana ne olur mu hiç abi. Büyüklerin de ‘bana ne’ dese bu fabrika işler, kasabamız bugünkü haline gelir miydi?”“Ne var bugünkü halinde oğlum, açlıktan ahalinin nefesi kokuyor?” İt gibi sırıtıyor şimdi, “Hem Şato’da kazan kaldırmadı mı senin babanlar?”Kendimi tutamayıp çam yarmasının etli yanağına şaplağı yapıştırıyorum. İçten bir ah çekiyor. Terbiyesiz. Kazanmış. Kaldırmışlarmış. “Dön de etrafına bak! Vadiyi neden bok götürüyor sence? Sana diyorum ulan!” “Fabrika yüzünden…”“Hayır, işçi amcalar yüzünden. Günlerden bir gün… nedense çalışmak istemediler… süzekler, kazanlar…” Gözlerimin önünde küçük sinekler uçuşuyor. “Yağ, Şato’nun yüksek gri duvarlarından sızarken, aha bu sıçanlar gibi, kaçıverdiler…” Ellerimi kaldırıp mabedi gösterirken bağırıyorum. Sesim boş vadide çınlıyor. “Seni doyuranlardan kaçılır mı çocuk? Kaçılır mı ulan!”
Çam yarması sessiz. Üzerine çok gittiğimi fark ediyorum. Ne yapsaydım, damarıma bastı eşek herif. Babammış. Babamın çanağına! İkinci çukurdaki parçalanmış boru ağızlarını gösteriyorum. Yağ terbiyecisi işçinin, babamın, işlemeyi reddettiği yağ tortuları aha burada; fabrika ile afili lağımı bağlayan borular zincirinde birikmiş, birikmiş de patlayıvermişti. Ne boru kalmıştı ne zincir. Bu yüzden iki senedir ilk çukurdan topladığım sıçanları buraya getirip, tekrar fabrika yoluna soktuğumu çam yarmasına açıkladım. Gözleriyle de gördü, sıçanın elimden kurtulup kırık boruya atlayınca tekrar kuzeye, Şato’ya yollandığını.Eğilip karanlık deliği dinliyorum, sıçan tıkır tıkır koşuyor. İşte böyle! Arkasından bağırıyorum:
“Yüksek gri duvarların içine tekrar sokacağım sizi, son sıçana kadar!”
Çam yarması arkasını dönüp gidiyor.