https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Ahmet Büke, çağdaş öykücülüğümüz içinde özgün bir yere sahip. Öyküdeki başarısını, yazma serüvenini bir röportajda, “İlk öyküye 32 yaşımda (2002’de) oturdum galiba. Edebiyat büyülü bir dünya idi ama orada yazar olarak da yaşayacağım hiç aklıma gelmemişti. Sevdiğim kitapları okşar dururdum daha çok. (…) yazdıklarımdan birkaçı arka arkaya Adam Öykü’de yayımlanıncaya kadar pek ciddiye almamıştım. (…) Sebat etmem sanırdım, kendimi de şaşırttım.” şeklinde ifade etmiş.

Öykülerinde olay, başka kişileri buluşturan ve başka pencerelerden yorumlanan yardımcı bir unsur gibi daha çok.Yaşananlardan ziyade bıraktığı iz üzerinde gidip gelmemizi ister gibi yazıyor öykülerini. Kendi deyişiyle iyi bir öykünün “hissettiren” olmasına özen gösteriyor. Öykülerindeki insan manzaralarında Türk öykücülüğünde çokça yer eden taşra gerçeği, farklı bir açı kazanıyor. Üslubundaki benzersizlik, klasik öykü anlayışının kalıplarını kırarken,  zaman ve mekan unsuru önem kazanıyor.Öykü kahramanlarının belleğinde ve ruhunda kalanlardan yola çıkarak( bir koku, bir duygu vb) zaman ve mekandaileri- geri gidişleryaratıyor. Bu şekilde kahramana dair bütün parçalar kafamızda birleşiyor.

Başka başka insanları, türlü duygularla ele alırken hayatı bütün çelişkileriyle aktardığı öykülerinde insani olan bütün durumları hayatın en yalın hali içinde veriyor. Her tebessümün ince bir sızı da bıraktığı olaylar;saf, fedakar, hesapsız, kırılgan insanların içinde bulunduğu çaresizlikler, hayatın sürprizlerine olan inanca bağlanarak bitiriliyor. Öyküleri, yazarın “umutsuz yaşanmıyor” deme şekli olarak görülebilir aslında. Bu sebeple öykülerini değil, anlatımını sonlandırıyor. Ve orada bir yerlerde, hayatın akışı içinde hikayeler sürüp gidiyor.
Son kitabı Varamayan da aynı anlayışla yazılmış hikayelerden oluşuyor. Kiminin annesi, kiminin toprağı, kiminin düşleri yurt olmuş insanların yurtsuzlukta birleşen hikayelerinden oluşuyor kitap. Yurtlarını yitirmeleri, savruluşları, arayış içinde oluşları varamama halinin kendisi aslında. Arka planda toplumsal-politik meselelerin yer aldığı, derdi olan öykülerinde insanları mercek altına alıyor.

“Herkes aynalarından bir sonsuzluk öğrenir.” dizesiyle başlıyor kitap. Bu dizedeki “sonsuzluk” , hayatın bitip tükenmeyen akışına, insandan bağımsız varoluşuna göndermedir. Ayna ise hayatın ta kendisi aslında, bütün karşıtlıklarıyla karşısında durduğumuz, yüzleşmek zorunda olduğumuzdur. Öykülerde de asla keskin bir çizgiyle ayıramayacağımız bu karşıtlıklar, gerçekliğini sorgulatmayacak şekilde veriliyor.

İki bölümden oluşan kitapta ilk bölüm tek bir öyküden, Varamayan Ahmet’tenibaret. Öykünün kahramanı Borlulu Ahmet’i askerliğini yaparken tanımaya başlıyoruz. Annesinin birliğe teslim etmek için getirdiği Ahmet, çocukluğunda yaşadığı kaza sonrası zihinsel bir problem yaşamaya başlıyor ve bu durum Ahmet’i ve onunla bir şekilde yan yana gelmiş insanları tanımamıza vesile oluyor. Askerliğinin ilk gecesinde evine, annesine özlem duymaya başlayan Ahmet, hafızasında yer etmiş en taze kokuyu, yatak ve yastıklara sinen yüklüğün kokusunu anımsıyor. Bu kokununilgili olduğu mekana yani evine özlem duyuyor ve evde olduğu günleri düşünüyor. Gözünün önünde canlanan birkaç görüntüyü de unutmaktan korkuyor. Ahmet kendi gerçeğinin farkında ve evini, annesini unutmaktan yana tedirginlik yaşıyor. Annesinin Ahmet’i başçavuşa, askerlik biterken başçavuşun da Onbaşı Yavuz’a emanet etmesiyle esas hikaye başlıyor. Bandırma’da başlayan, Akhisar’da bitmesi gereken ama bitemeyen bir tren yolculuğunda Ahmet’in savruluşunu Akhisar İstasyonu’nu kaçırmamak için nasıl çabaladığını, tren yolculuğu boyunca farklı insanlarla karşılaşmasını okuyoruz. Öykünün en keyifli tarafı bu yolculuktu diyebilirim. Yolculukların biz insanlar için bir bitişi olsa da trenler hiç durmadan aynı yolu almaya devam ediyor, her yaştan her huydan taşıdığı insanlar hiç eksilmiyor.Hayatın akışı gibi. Ahmet’in eve nasıl gideceğini bilmeyişi, hep yanlış istasyonlarda uyanışı onu rayları takip ederek Akhisar’a gitmeye itiyor. Ve belki de ilk kez bu kadar içine karıştığı dünyayı “Cümle mahlukat varma telaşındaydı bir yerlere…” şeklinde yorumluyor. Hayatı sorgulamaya başlayan Ahmet, kim bilir, belki bambaşka biri olmaya doğru mucizevi bir adım da atıyor.
İkinci bölümde ise kısa hikayeler mevcut. Toplumsal ve politik meselelerin yansımalarının bu bölümde öyküleştiğini söyleyebiliriz.

  • Eski Ağrı öyküsünde, evladını yitirmiş bir annenin karlı bir kış günü pencereye sığınan bir kuşta oğlunu hatırlaması anlatılıyor. Geyik motifine yer verilen bu öyküde, çocuk karnı doyurulan geyikle bir tutulurken, anne de bu motifin getirdiği kutsallığa, yaratıcılık ve himaye ediciliğe bürünüyor. Motifte atfedilen koruyuculuğun tam tersine anne çocuğunu koruyamıyor ve evladını yitirmenin, ona yetememenin acısını duyuyor.
  • Ejderhanın Endişesi’ nde, işsizlik arka plandaki toplumsal bir sorun olarak duruyor. Sık sık iş değiştirmek zorunda kalan kimi zaman aylıklı kimi zaman haftalıklı çalışarak geçimini sağlamaya çalışan Salih’ in tek kaygısı ise kızı Zehra. Öyküde Salih’ in, Zehra’nın ve Tekirin gözünden kısa bir anın hangi kaygılarla yaşandığı ortaya konuyor.
  • Nefes öyküsü, yazarın da memleketi olan Manisa’nın gerçeğini, maden işçilerinin dramını anlatıyor. Çalışma koşullarının kötü, insan hayatının ucuz olduğu bir yerin Cemil üzerindeki yansıması, üçüncü kişi ağzından aktarılıyor.
  • Ateşe Ne Diyelim öyküsü, göçebe kültürü, kurt motifini içeriyor. Annelik kavramını “Meryem” genellemesi üzerinden öyküdeki iki kadına, yangında ölen kız çocuğuna ve yangını haber veren dişi kurda bağlayarak anlatıyor yazar. Kadınların anne şefkatini, koruyuculuğunu içgüdüsel olarak taşımasını ele alıyor.
  • Yurtsuz Duyan, bir yurtsuzluk hikayesi. Yazar mültecilerin dramınadeğiniyor. Bir annenin çocuğuna yurt hayalini anlatarak umut olmasını aslında kendisinin de bu hayalle güç bulduğunu ele alan bir öykü.
  • Hayat Tuhaf, sevdiği kadına duygularını açmak hayali içindeki bir öğretmenin ihraç edildiğini öğrenmesi sonrası yaşadıkları anlatılıyor. İşini kaybettiği anda söylemekten çekindiği duygularını yaşarken buluyor kendini.
  • İnsan ilişkileri ve Buzdolabı ekonomik sıkıntı içindeki öğrencileri, Bazı Tuhaflıklar Geri Döner, Eksi Yerçekimi, Yine Acıktık öyküleri işkencecilerin, başkalarına yaşattıkları sonrasındaki hayatlarından bir kesit sunuyor.
  • Son öykü Sevdiğimiz İnsanlar Sevdiğimiz Kediler ise Filistinli tutsak bir babanın kızı olan Leyla’nın gözünden aktarılıyor. Kedisine de kendi ismini verdiğinde annesinden gelen karşılıkla Filistin’ de bağımsızlık mücadelesi vermiş Leyla Halid’e gönderme yapıyor yazar.