Dar zamanlardayız ama geniş gönüller sürmek muradımız. O vakit, zamanda, mekan da açılır ve olduğumuz yer adeta esen rüzgarın saçlarımızı okşadığı, dalgalarla sarıp sarmalanmış yeşil ve ferah bir adaya dönüşür çünkü.
Peki bu “Hal”e giden yol nereden geçer? Sanırım öncebu sıkışıklık hissini fark etmek, buradan çıkmaya niyet etmek ve bunun için kendimize izin vermekle işe başlamalı. İş diyorum çünkü en önemli işimiz; bizi kendimize götürecek o gemiyi çatmak, bireye bırakılmış bir iştir ve epey emek ister.
Yol uzun. Yanımıza şiirlerden su mataraları, kitaplardan azıklar almalı. Duraklarda oyalanacak bir şeyler de lazım, abur cubur babından diziler, oyunlar olabilir. Ama en önemlisi içine girip kendimizi unuttuğumuz, adeta kaybolduğumuz ve bu kayboluştan zevk aldığımız bir araç temini. Yani sevdiğimiz bir uğraşın keşfi.Tabi bu keşfin asıl işimize, bizi adamıza götürecek o geminin yapımına destek olacak nitelikte bir uğraş olması da önemli. Yerimizde durup bize sürekli kazandın, kaybettin diyerek skor tahtasına mahkum eden, oyundan ekranlara hapseden tuzaklar uğraştan sayılmaz. Ama bir sinema filmi mesela, seyrederken içine girme şansı elde ederseniz iyi bir imkandır. Yoksa o da ürün yerleştirilmelerin zihnimize sızdırıldığı bir tüketim aracından öteye geçmez. Dahası en kıymetli varlığımızdan, zamandan eder bizi.
Azıklarımız tamamsa,bizi yaşamın gereklilikler zincirinden özgürleştirecek, zamanı genişletip ferah gönüllere götürecek ve orada kendimizle karşılaştıracak bu yolculuğa çıkabiliriz demektir.
Hedefimiz bizi kirleten, sınırlayan, ziyan olmuş hissettiren hallerden arınıp berraklaşmak, kendimize ve başkalarına hayat suyu olacak kişisel keşfimizi yaparak geniş gönüller denen o kalp adamıza varmak.
Kulağa basit gelen bu yolculuk planının yaşama geçmesi, içinde kaybolup gittiğimiz bu hız çağında o kadar da kolay değil tabi lakinimkansız da değil.
Ama önce durmak gerek. Nasıl bir algı oluşturuldu ki, hep yetiştirilecek işler var diyor, “Durmak devrilmektir” diye ekliyoruz. Neyse ki hayat,her zaman evdeki hesabın çarşıya uymadığı sürprizlere gebe. Bilmediğimiz, görmediğimiz bir küçük virüsten saklanmak için sığınaklarımızda bekliyoruz şimdilerde.
Güvende hissettiğimiz tek yerde, evlerde“Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz var”diyor, düşünüp duruyoruz. Neymiş: Durmazsan durdurulursun.
Dur ve devrilme!
Dur ve bak!
Dur ve dinle!
Dur ve hisset!
İşte sonunda doğru kelime; hissetmek…Her şey unutulur da bu dünyada, hisler unutulmaz.Çünkü anı derinleştiren, birini sevmemize, nefret etmemize, yaşadıklarımızı travma olarak anılar zincirine yerleştirmemize yarayan sadece histir.
Soğuk zinciri kırılmaması gereken ilaçlar gibiyiz aslında, kendimizi, hislerin yakıcı sıcağındankorumamız, ama yokluğunun donduruculuğunda da kalmamamız gerek. Saklama koşullarına riayet etmezsek, dengeli bir ısıda korumazsak, misal oda sıcaklığında bırakırsak ruhumuzu, kırılgan hale geliriz. Ortamın rehaveti ile kırılganlaşan insan, bozulmuş, işlevi azalmış, tedavi imkanı sunmayan kimyasal bir bileşkeden farksız gelebilir o yeni tarihli ilaçlara, ilacı pazarlayanlara. Tedavi şansı sunmadığı için de onu umut gören hastalarca kullanılmadan çöpe atılabilir. Bu nedenle her şeyi kitabına göre yapmak, dengeyi bulmak gerekiyor. Kitabına uydurmak demiyorum, denge için gerekli koşulları bilerek hareket etmekten bahsediyorum.
İnsanın bütün ömrü “Dengelemek”çabası ile geçiyor sanırım. Ama çok şükür ki, dengelenecek bir ruh ve bedene sahibiz, hala hayatta ve sanattan gemimizi çatarak kendimize doğru yola çıkabilme şansımız var.
Yol uzun dedik. Yolculukta olduğumuzu unutturacak kadar hem de. Ve bu unutkanlık bizi bizden uzaklaştırıyor.Ruhumuzun soğuk zincirini kırıyor bir yerlerde ve sonra avarece dolaşıyoruz.
Kırgınız, neye bilmiyoruz.
Yorgunuz, neden anlayamıyoruz.
Yalnız değiliz ama bu dünya üzerinde kendimizi yapayalnız hissediyoruz.
Anlaşılmak mümkün mü, bilmiyorum ama istediğimizin hissedilmek olduğuna eminim.
Sadece duyulmak değil… Dinleniyor gibi yapılmak, bir sosyal medya hikayesi muamelesi görüp yana kaydırılmak değil, durup hissedip yukarı kaydırılmak istiyoruz.O linkin götürdüğü yere gitmeleri muradımız… Hissedilmek için, şans verilmesi.
Kaç kişi bize bu şansı verir hayatta?Verenlerde anlar mı?
Keşke hissedildiğimizi hissettiren mavi tıklar da olsa değil mi!
O zaman sayıların anlamsızlığını fark eder, anın içindekizenginliği yaşar, yaşatırdık.
Bu uzun ve yorucu yolculukta bizim gibi hissedenlerin çokluğunu görüp sosyal mesafeyi de koruyarak o alnından öpülesi ruhlarına sarılırdık birbirimizin. Ara sıra herkesin durup devrildiğini, gemisini çatmaktan vazgeçip önünde bir sürü malzemeye boş boş baktığını görürdük. Kaybedişleri, savruluşları fark eder, insanlık hali diyecek gücü bulur, kendimize de başkalarına gösterdiğimiz o şefkati gösterirdik. “Herkesin bir derdi var durur içerisinde” gerçeğini hisseder, kimsenin hikayesinin özenilecek ya da hafife alınacak yanı olmadığını idrak ederdik. İşte o zaman yola devam edecek güç bulur, gemimizi çatmaya daha çok vakit ayırırdık. Ekranın karşısında sızmadan, oyunlarda şaşı olmadan, insanı yaralayanın da tedavi edenin de aynı yolun yolcusu insan olduğunu hatırlardık.
Ama öyle bir umutsuzluk batağına saplanmışız ki, kimsenin ne öyle bir vakti ne de derdi. Herkes kendi çığlığını duyacak kulağın peşinde… Birine de ben kulak vereyim, el uzatayım demiyor.
Gülten Akın daha ne zaman söylemiş zaten“Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” diye.
Şimdiki bizleri yazsa ne derdi kim bilir?
“Trak tiki tak makinalaşmak istiyorum” diyen Nazım, bir emelin gerçek oldu bak.
“Ahlar ağacı”nın tüm yaprakları döküldü Madak.
Beş duyumuz cebimizde, hissizlik çölündedüşe kalka ilerliyoruz, heryerimiz yara bere içinde.
“Ben bu çağdan nefret ettim, etimle, kemiğinle nefret ettim” diyen Zarifoğlu şimdi yazsaydı şiirini, nefretten de nefret ederdi.Görseydi insanlarını, çukurlarının derinliğine şaşar kalırdı.
Şimdilerde şairlerin mısralarıdeğmiyor ruha.
Kelimeler yine diziliyor alt alta, dergiler, kitaplar, baskılar, internet siteleri…
Her yerden üzerimize yağıyor mısralar ama nerede kırıldı ise kelimelerin soğuk zinciri, kalbe değmeden düşüyor yerlere şairlerin gecelerce heceledikleri.
Şairlerin bile gelecekten ümit kestiği bu buhran döneminde aman, ruhumuza iyi bakalım, ortamlara feda etmeyelim de, kendi adamıza gidecek bir yol arayalım. Gemiyi çatmaktan yorulduysak bir sal bulalım. Kürekleri, rüzgarı hesap edip sanat pusulası ile yönümüzü bulalım. Ruhunuz nerede dinginliğe erişiyorsa onun müziğinde yolda olalım. Şansımız yaver giderse adamıza varırız. Seyir defterine aldığımız notlar da bir başka yolcuya rehber olur. Çünkü “Bu yol uzundur, menzili çoktur, durağı yoktur, derin sular var”