“Susmalı şimdi şehir. Ya da şu an, ölüm uykusunda kalmalı. Harf harf, lime lime etmeli yüreğimi. Bir türlü kelime oluşturamadan, cümlelere koşmadan… Başka türlü olmalı amasusmalı! Gözlerin, çocukluğumu bıraktığım bu şehir. Gözlerin, evden yola ilk çıkışım. Gözlerin, her akşam o eve geri dönüşüm. Gözlerin, herkesin konuşmayı bıraktığı, benim sana özür bile dileyemediğim yer. Gözlerin… Bu sabah biraz esip kalbimi sersemletmiş rüzgarıngerçek adı. Gözlerin… Hayata kaldığımız yerden devam etmek zorunda olduğumuz o gün ve o günden sonra, artık her yeni günün adı.
Yıl 1994. Amerika’da Dünya kupası finali oynanıyor. Eşitlik bozulmayınca penaltı atışlarına geçiliyor ve turnuvada o ana kadar takımını sırtlayan RobertoBaggio, yine sorumluluğu üzerine alıyor fakatbu sefer son penaltı atışını kaçırıyor. İtalya kaybediyor, Brezilya ise bir kez daha Dünya şampiyonu oluyor. Turnuvada peri masalına imzasını atan Bulgaristan’ın efsane golcüsü Stoiçkov’un, Tanrının Bulgar olduğuna dair iddiası boşa çıkmamış oluyor böylelikle. Ama bu son,RobertoBaggio için farklı bir hikayenin de başlangıcı oluyor. O turnuvadan sonra, takımının kazandığı penaltı atışlarında gözler ona çevrilince, elini sallayıp başını öne eğiyor ve kibarca “Beni rahat bırakın” diyor Baggio. Bu hikaye tüm dünyanın gözü önünde gerçekleştiği için, herkes Baggio’yu anlıyor ve hatta onu, futbolun romantik kahramanları müzesine gönül rahatlığıyla yerleştiriyor. Çünkü içinizdeki acı, karşınızdaki insana geçmeyi başarırsa, tek kişinin kalbinde yaşamaktan kurtulur. Dram, işte böyle bulaşıcı ve bulaştıkça evrilen, evrildikçe de güçlenen bir hastalıktır.
Keşke herkesin dışarı yansıtamadığı acı Baggio’nunki gibi olsa diyesi geliyor insanın. Çok sevse bile, bir türlü sevdiği adama güvenemeyen kadın, hayatına giren ilk erkek tarafından tecavüze uğradığını anlatamaz. Ehliyeti olmasına rağmen, direksiyon koltuğundan köşe bucak kaçan bir adam, onu hor gören insanlara, zamanında geçirdiği kazanın izlerini gösteremez. Önemli bir iş toplantısında sunum yapmak zorunda kalan bir memur, sahnede boncuk boncuk terlerken, çocukken kekelediği için bütün sınıfın ona güldüğünü kimseye izah edemez. Hepimizin zihni, belki çok daha hafif, belki çok daha derin, bunlara benzeyen yaralarla doludur. Bazen bir ses, bazen sahibini unutmuş bir eşya veya bir tabak yemek, bir kadeh içki, bizi o güne, yani yaranın açıldığı zamana götürür. İşte bu yüzden insan bazen kaçar. Kaçmak istediği için değil, kendinden dışarıya çıkmayı beceremediği için kaçar. Ve bu kaçış, insanın kendisine verip verebileceği en büyük cezadır.
“Manchester bythesea”, yani “Yaşamın Kıyısında”, bedeli çok ağır olan bir hatanın izleriyle yaşamaya mahkum bir adamın hikayesi. Ana karakter Lee Chandler, bahsettiğim kaçışı yapabilmek için yaşıyor. Ve kimsenin onu anlayamayacağı bir evrende, af dileme şansına sahip olmadığı için, duygularını derin dondurucuya kaldırıyor. Öykü bu soğuk, tepkisiz adamın geçmişine tutulan flashbacklerle aydınlığa kavuşuyor kavuşmasına ama filmdeki hüzün, karanlık ve kasetli hava hiç bitmiyor. Bu belki bir eksiklik, belki de aksine filmin en güçlü yanı. Sürekli nevrotik bitirişlerle, finali yapılmayan duygular arasında kaybolup, Lee Chandler’dan çok, kendinizi anlamaya çalışıyorsunuz bir süre sonra. Çünkü siz de birileri tarafından eksik bırakıldınız. Çünkü siz de çok büyük bir hata yaptınız zamanın birinde. Çünkü siz de, insanların tepkilerinize anlam veremediği noktalardan kocaman bir ev inşa ettiniz kendinize. Şimdi o evin kapısı çalan ilk kişiyi misafir olarak kabul edip etmemek yalnızca ve yalnızca sizin elinizde.
KennethLonergan’ın sakin kalmayı becererek yönettiği, duygusal çıtası çok yüksek bir film Yaşamın Kıyısında. Çok tartışılan bir isim olan Casey Affleck, hayat verdiği karakterde olması gereken buzdolabı kişiliğini başarıyla sergiliyor. Konuştuğu sahnelerden çok, sustuğu sahnelerde zirve yapması, rolün ağırlığının en büyük ispatı. Ayrıca yardımcı erkek rolünde LucasHedges’in parıl parıl parıldadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Film, her ne kadar acıya mağlup olan ve yaşama dair tüm sevincini kaybeden bir adamın yanında gibi gözükse de, aslında ona hak vermemizi ve ona acımamızı istemiyor. Tam tersi, hedef aldığı kitle, çevresini kendi doğrularıyla yönetmeye kalkışan ve her olayda mantıksal bir çıkarım arayan kişiler. Çünkü insanın olduğu yerde, toplama çıkarma işlemi yapamazsınız. Neden sonuç ilişkilerine bağladığınız bir olayın arkasında yaşanmışlık olabileceği kadar, yaşanmamışlık da vardır muhakkak. Duyguları ilk ve tek bakışta gördüğümüzü sanıp yanılmalarımız da hep bundandır. “Manchester bythesea”, tam olarak duyguların denize dökülmüş hali. Suda dağılan, izi sürülemeyen ama varlığı bilinen duyguların… İzlediğiniz zaman sizde iz bırakacak bir film. İyi seyirler.