https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yıllar önceydi, bir arkadaşım, kendini karanlık bir kuyuya kapatmıştı. Oraya indiği zamanlarda üzülür, yardım etmek içinkendime bahaneler bulur, illa ki onu oradan çıkaracağım derdim. Zamanla bunu başaramadığım gibi kendim de o kuyuda kayboldum. Tabi o zamanlar başkalarına yardım edebileceğime inanacak kadar iddialıydım. Arkadaşım, daha en başından beri tüm el uzatışlarımı reddetti. Zor bir işti, tam dişime göre diyerek daha da hırslandım. Oysa onun kuyudan çıkmaya niyeti yoktu. Benim de göz göre göre bu karanlığa saplanmamı istemiyordu. Onun için, çok derinlerden gelen yorgun bir sesle “Annem misin, biriyle uğraşacaksan çocuğunla ilgilen, kuyuları boş ver” dedi. Bana, kadınlara kutsallık atfedilerek verilmiş payeyi, anneliği hatırlatsa da, görev bilinci gelişmiş biri olarak onu orada bırakamazdım. Duymazdan geldim, zihnimde kurtarma planları yaptım. Hem evime hem arkadaşlarıma yeterim diye düşündüm. Bana bunu hatırlatıyorsa demek ki gönül yarası burada, buldum kesin annesini özlemiştir deyip bu konuya eğildim.

 

Analı babalı büyüyen çocuklarken hep onlara özlemle geçmiyor muydu hayatlarımız. Yokluğunda, kabullenilip hissizlik maskesi takılan bu boşluk ayrı bir yaraydı. Ama varlığı orda dururken, çocuğun ruhuna dokunamayan anneler ve babalar içimizde farkında olmadıkları kara delikler açarlardı. Bu bilinmezler biz büyüdükçe büyür ve insanı yutar hale gelirdi. Sonra, karanlığın yuttuğu o çocuklar büyüyüp anne baba olurlardı. Fiziken çocuklarının yanında olsalar da ruhen kayboldukları yerlerde dolaştıklarından kendi enkazlarına benzeyen yeni insanlar sunarlardı topluma. Ve bu kısır döngü böylece sürer giderdi. Nihan Kaya’nın kitabına ad olan o cümle belki de en doğru tespitti: “İyi Aile Yoktur”

 

Hele günümüzde Godard’ın ifadesiyle “İletişim yok, iletişim araçları var” iken bu mevzuu daha da derinleşti. Artık anneden oğula, babadan kıza, herkes oturduğu yerden kaybolabiliyor. Maalesef yanı başındakiler bile bunu fark etmiyor. İnsana da en çok bu fark edilmeyiş koyuyor. İşte bu durum, evde bile fark edilmeyiş zamanla insanı yeni arayışların ortasında bırakıyor. Bulduğu her fırsatta nasılsa kimsenin umurunda değilim bahanesine tutunan birey ıssız adasına ya da kuyusuna daha çok çekilmeye başlıyor. İşte arkadaşımın da içine düştüğü dipsiz kuyu tahmin ettiğiniz üzere internet alemiidi. Çok uzun yıllardır internet kullanıyoruz ve sanal alem her geçen gün daha da fazla hayatımız oluyor. Hele şimdilerde bu korona günlerinde dünya ile tek bağlantımız olan bu mecranın faydaları saymakla bitmez. Bugün geldiğimiz noktada varlığı değil yokluğu anında krize sebep olan bu olguyu tartışmak abes ama tıpkı en büyük icatlardan ateş gibi onunla faydalı işler yapılabildiği gibi ocaklar da sönebilir gerçeğini de hep akılda tutmak gerek.

 

Her şeye rağmen sanal dünya öyle bir imkandır ki, bana bu yazıyı yazıp ulaştırma, size de okuma şansı verir. Kimse sizi duymazken sesinize ses gelir. Burada hem yalnızsınızdır hem değil. Hem sevgi doludur herkes, hem de sevgiye aç. Hem arzuludur hem de yaşama dair arzuları ezip geçen bir buldozerin altında. Öyle bir kısır döngünün kıskacındadır ki insan, bir kere kaptırdı mı kendini çarkları bir türlü kıramaz. Zaten şimdilerde tüm dünyada yaygın bağımlılıklar listesinin başında yer alması bu yüzdendir. Ama her bağımlı gibi internet kullananlar da bu kuyularında makul düzeyde kaldıklarını iddia ederler. Oysa insan kendine dışarıdan bakmayı beceremediğinden gerçekleri göremez. Bu yüzden etrafına, güvendiği, sevdiği insanların sözüne kulak vermelidir ki, iş çığırından çıkmasın. Zaten biri bir şey diyorsa o insan yalnız değildir. Bu da günümüzde gerçek bir ilişki kurmak için büyük şanstır. Herkesin giderek daha da kendi hayat kapanına kısıldığı bu zamanda sizinle yüz yüze iletişim kuran birinin varlığı hayata dair umuttur.

 

Bir zaman sonra okuduğum “Beden Asla Yalan Söylemez” isimli kitapta birilerini kurtarma gayesi ile hareket edenlerin ihmal edilmiş çocuklukları nedeniyle kendilerini tüketen bir şefkat gösterisinin aktörleri olduğunu keşfettim. Sonuçta ne ben ona ne o bana yardım edebildi. Herkes kendi kuyusunun karanlığında sessizce aslında her saniyesi kıymetli bir ömrü har vurup harman savurdu. Tercih etme hakkı bu dünyaya gönderilirken herkese eşit sunulmuş bir imkan olduğundan, insan kendi ne biliyorsa onu yapıyordu.

 

Bugün geldiğim noktada, hayattan öğrendiğim çok şey var. En önemlisi de başlığa taşıdığım Feridun Düzağaç şarkısından bir mısra: “Kimse kimseninher şeyi olamazmış.” Kendini içinin karanlıklarından kurtarmak yerine başkaları için el feneri dağıtıyor olmanın yanlışlığı. Bunları deneyimlerken oraya buraya çarptığımdan epey yara aldım ama sonunda bu gerçekleri seçtiğim yollardan geçerek öğrendim. O zaman, kuyuya, oraya inip inip çıkanlara, çarklara, çarklara çomak sokanlara teşekkür ettim. Ağız alışkanlığı ile kolayca söylenen o “Akışına bırak”ın dil yerine kalpte söylenmeden gerçekleşmediğini deneyimledim. Yapılacak tek şeyin kalben akışa güvenmek olduğuna tüm hücrelerimle inandım. Bu nedenle şimdi, kendimi kendime getirecek o suya bırakıyorum, nasıl olacağını sorgulamadan, takdir edilenin hayrıma olacağına, bana iyilikler getireceğine inanıyorum.

 

Mevlana “İnsan, duygu ve düşüncelerle düğümlenmiş gibidir. Ne zaman geçmiş ve gelecek düşüncesinden kurtulursa o zaman bütün düğümler çözülür gider, kişi de bu alemde huzura erer” demiş. Öyleyse kaybettiğimiz zamanlara takılıp kalmamak ve bugünü, “An”ı yaşamak lazım.

 

Şimdi madem değişim vakti, yiğit de düştüğü yerden kalkar, kayıp zannettiğimiz zamanlar için pozitif bakış açısı geliştirelim. Herkes kendine kuyu yaptığı boş bir uğraşın içinde zaman zaman kaybolur. Önemli olan oradan çıkarken geçmiş ve gelecekten sıyrılmayı başarıp “Kendi” olmasını sağlayan deneyimlere teşekkür etmeyi bilmektir. Bunu zirvede yapmak da ancak sanatla olur. Misal, Dostoyevski, Sibirya’ya sürgüne gönderilmese biz bugün “Suç ve Ceza” diye bir eser okuyamayacaktık derler. Zor zamanların, savrulup toparlanışların, düştüğü yerden kalkmaya niyet edenlere işte böyle hediyeleri vardır.

 

Bu nedenle öncelikle, karanlığın, her sabah güneşin avazıyla yırtıldığını, her günün bir şans olduğunu unutmayalım. Hava soğuk ya da çok sıcak, puslu veyabungun diye kendimizi yeniden kuyulara kapatmayalım. Gönlümüzde temiz suya ulaşacağımız bir düzen kuralım, akışa güvenip kendimizi damıtalım. Ve sonra elde ettiğimiz bu kaliteli su için bir çeşme olalım. İhtiyacı olanlar gelip bulsun, içip şükretsin. Biz bir başkası için teşhisler koyup reçeteler yazmayalım. Kimsenin içini bilemeyiz. Herkesin olabilirliklerini öğreten çocukluğunun arka bahçesinde neler yaşadığını, bugün neye ihtiyacı olduğunu bilemeyiz. Nasıl her çiçeğin aradığı başka başkadır, örneğin kaktüsü suya boğmamak gerekir, insanın da ihtiyacını kendi tespit etmesi lazım. Bunun için kendiyle kalmalı, oyun batağına, sosyal medya tuzağına düşmeden karanlık kuyulardan çıkmalıdır.

 

Ve sonuç: Kimse kimseyi kurtaramaz, kimse kimsenin her şeyi olamaz. İlk yazıdan beri söylediğimiz gibi, o yumurtanın mutlaka içten kırılması gerekir. İnsan kuyudan çıkmayı, orada geçirdiği zamanları kazanıma dönüştürmeyi ancak kendisi isterse başarabilir. İnsanın gönlündeki hazinelerin anahtarı “An”dır ve kim onu kullanırsa geçmişin ve geleceğin ağırlığından kurtulur. Yumurtanın içinden gelen seslerin yeni bir hayatı müjdelediğini fark edenler de, o müjdenin peşine düşer. Bu niyettir ve insan en sevdiklerinin gönlüne bile ancak niyet tohumunu bırakabilir. Ondan bir ağaç çıkarmak, meyve vermek işini ancak kişi kendi yapabilir.

 

Kaybolduğumuz sokaklardan, düştüğümüz kuyulardan çıkıp her daim güneşi görebilmek dileğiyle…