https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Gecikmiş bir kışın en soğuk gecelerinden birini yaşıyoruz. Dışarıda hırçın bir rüzgar  bütün kış esmemiş olmanın hıncıyla olacak,  ne bulsa  önüne katıp savuruyor hükmünün geçtiği yere kadar. Rüzgarın uğultusuyla sürüklenen bir tenekenin sesi birbirine karışarak sızıyor odama, ne camlara ne duvara aldırarak.

Ben ise bu masalımsı ortamda, katlanabilen masamın başına oturmuş dergilere yollamak üzere bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Kardeşim karşımda Şeriati okuyor beğendiği yerlerin altını çizip defterine not alarak. Kafamı bir nebze olsun dağıtabilmek için ona takılmaya karar veriyorum. “Oğlum,” diyorum, “ya altını çiz ya da deftere not al. İkisini birden niye yapıyorsun?” Kafasını yaptığı işten kaldırmadan her zamanki tavrı ve ses tonuyla “Kitaplar her zaman yanımda olmuyor ama defterim hep yanımda.” diye cevaplıyor beni. “Anladım.” diyorum ve tekrar önümdeki yazıya dönüyorum. Önümde yazı denecek bir şey de yok aslında. Tam emin olamadığım bir öykü girişi ve bir zihin haritası. Bütün yaptığım ise girişi tekrar tekrar okuyup ilham gelmesini beklemek ve haritaya bir şeyler  karalamak. Yazmaya çalışan bir insan için en sıkıntılı anlardan biri yani. Daha fazla ilerleyemeyeceğimi anlamış olmanın verdiği sıkıntıyı dağıtmak için yine elimdeki tek çareye başvuruyorum. Öylesine sorulduğu her halinden belli bir soru daha yöneltiyorum kardeşime.

“Kaçıncı sayfadasın?”

“Yüz elli.”

“Oo yarılamışsın!”

Sesimdeki imayı fark edip “Bu hafta ıvır zıvırdan başımı kaldıramadım ki adam akıllı okuyayım.” diyor.

“Anladım.”

Zaten başka da bir şansım yok zira anlamadım desem kitabı bırakıp bana tafsilatlı bir açıklama yapmaya kalkışacak en nihayetinde tekrar kitaba döndüğünde  odaklanamayacağı için bana esip gürleyecek. Onu bu şekilde sinir edip iyice keyiflenme hakkımı sonraya bırakıyorum ve iki haftadır bir türlü sonu gelmeyen kitabımı okumaya koyuluyorum önümdeki öyküden ümidimi keserek. İlerleyen birkaç saat içinde kardeşim kendini iyice kaptırıp metinler arası bir okumaya girişiyor. Masamın üstü onun kitaplarıyla dolduğu için mecburen önümdeki kağıtları ve laptopu salondaki dolabıma götürüp geri geliyorum. Yerime kurulup tam da beklediğim an olduğuna karar veriyor her türlü duygudan yoksun bir ses tonuyla,  “Neden bu kadar arzulu okuyorsun bu Şeriati’yi?” diye sorarak bombayı orta yere bırakıyorum. Soruyu muzipliğimden mi sordum yoksa ciddi miyim anlamak için başını kaldırıp yüzüme bakıyor fakat duygularımı saklamaktaki maharetimi bildiği için başlangıcından, uzun olacağı belli olan bir izaha girişiyor.

Bitirdiğinde aynı duygusuz yüz ve sesle “Anladım.” diyorum. Ve birazdan olacakların  keyfini çıkarmak için sandalyemde kaykılıyorum. Nihayet esip gürlemesi bitip de odadan çıktığında,  çok değil beş on dakika sonra  elinde kahvesiyle karşıma geçip okuduklarından yaptığı çıkarımları anlatacağını bilmenin rahatlığıyla kendime aktardan taze aldığım bir bitki çayı demliyorum.