https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

SANDIKTA BEKLETİLMİŞ GİZLİ HİSSİYATLAR

Sizi bilmiyorum; ama benim her yazarla ve her kitapla ayrı bir tanışma hikâyem vardır. Kitapların kitap doğurduğu, yazarların yazar getirdiği benim için yadsınamaz bir gerçektir. Sevgili şair Birhan Keskin, kucağında bir demet çiçek taşır gibi, bana Sema Kaygusuz’u getirdi. Ben içimde “dürtülen bir nar” olduğunun bilincinde olmasaydım, belki de Sema Kaygusuz’u tanıma şansına eremeyecektim.

Birhan Keskin bir gün, sosyal medya sayfasında Sema Kaygusuz’ un “ Barbarın Kahkahası” adlı kitabını paylaşınca, durur muyum hiç, araştırmaya başladım. Biraz inceledikten sonra Sema Kaygusuz’a giriş dersi için “ Sandık Lekesi” kitabının iyi bir seçim olacağına karar verdim ve yola koyuldum.

Sema Kaygusuz’ un ilk yazın dönemlerine denk düşen Sandık Lekesi adlı öykü kitabı, 2000 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. On üç öyküden oluşan bu kitabı genel anlamda yalnızlık, varoluşsal kaygı, ataerki, modern insan hayatındaki sıkışmışlık algıları gibi başlıklarla özetlemek mümkün olabilir.

Sandık Lekesi’ nin bir önceki öykü kitabının adı olan Orta Yarısından adlı öykü ile açılış yapmış olması kesinlikle tesadüf değildir. Sema Kaygusuz bir röportajında,  bunu “öyküde sürprizleri sevmem,” diyerek bilerek yaptığını dile getirir. Nitekim; yazarın ilk kitabı olan Orta Yarısından, ikinci öykü kitabı olan Sandık Lekesi’nin ilk hikâyesi; Sandık Lekesi de üçüncü eseri olan Doyma Noktası’nın ilk hikâyesidir.

Orta Yarısından adlı ilk öykü, yoğun bir mekân tasviri ile karşımıza çıkar. Mekân, bireyin iç dünyasını yansıtan bir özelliğe sahiptir. Yani karakterlerin ruh dünyaları ile yaşadıkları çevre arasında bir benzerlik söz konusudur. Vücudu yaralar içinde olan ve yaralarının kokusu yüzünden yanına kimsenin yaklaşamadığı Ömer Bey’in yaşadığı Tenekeciler Mahallesi şöyle anlatılır:

“Bornova’nın yüksek mahallelerinden Tenekeciler’de, şurup gibi bir eylül sabahı, nereden geldiği belli olmayan kötü bir koku hissedilecekti. Başlangıçta, kapı önlerine yığılmış çöplerden, kentin kuzeyinde yüzeye çıkan kanalizasyon sularından, yan mahallede lastik yakan Çingenelerden kimse kuşkulanmayacaktı. Herkesin uykusunu kaçıran, bir pislik gibi yapışıp tiksinti uyandıran bu berbat kokunun, bir insanın bedeninden yayıldığını keşfedecekleri güne kadar, kırk kere kırklanacaklar, pamuk yataklarını dövecek, bahçe topraklarını havalandıracak, kuytularda kedi-köpek ölüsü arayacak; kokunun utancını görebilmek için birbirlerinin yüzlerine bakıp birbirlerinden bilecek, birbirlerine soracaklar, ne yazık ki kokunun kaynağını bulamayacaklardı.”

 

Tenekeciler Mahallesi’nin bu yaşamı güçleştiren durumu, bir yuva olarak koruyucu özelliğinin de yittiğini gösterir. Korumayan mekânlar, insanı boğar ve yok eder. Birçok kokunun birbirinin içine girdiği mahalle; bir yuva olmaktan çıkmış, insanı boğan, labirenti andıran bir yere dönüşmüştür. Mahalle sakinleri bu kokuların içinde kendini sıkışmış hisseder ve durumdan kurtulmak için çaba harcar. Koku, Ömer Bey’in çürümeye yüz tutmuş vücudundan ileri gelmektedir. Ömer Bey karakterinin çürümesi, Gülümser Hanım’ın ve mahallelinin bu konudaki pervasız, bir o kadar da çaresiz kalışı; modern insanın yalnızlığını ve kapatılmışlığını, insani duyguların çürüyerek kokuşmuş bir hal aldığını simgeler niteliktedir.

 

İkinci öykü Tacettin, Sema Kaygusuz’ un içindeki argo cevherini ortaya çıkaran bir öyküdür. Titiz Tacettin’in başından geçen bir olayı anlatan öykünün, gerçek bir kabadayıya uygun olan argo bir dille yazılmış olması, metinde gerçeklik algısı yaratır. Mahalledeki kavga sonucu yaralanan Titiz Tacettin hastaneye gider, kimsenin umrunda olmayan karakter, nesne haline getirilir:

 

“Doktor David uyuşturucu iğneyi vurmadan salladı bir tarafa, iğneyi vur, uyuşmasını bekle, işine gelmedi tabii…Tacettin’ in yanağını yorgan diker gibi başladı dikmeye. Ama ne dikme, ne incelik, ne özen, onu ben de yapardım. Sanki pantolon söküğü dikiyor deyyus, Tacettin’ in façası kimin umrunda?”

 

Olayların en başından beri konuşturulmayan hemşire Necla, bir süre sonra durumu ele alır. Tacettin’i sedyeye oturtur, yanağını uyuşturup usul usul dikmeye başlar:

 

“Tacettin hamur gibi yığıldı yatağa, bizim Necla önce temiz uyuşturdu suratını, sonra yavaş yavaş başladı dikiş atmaya. Titiz Tacettin perişan, gömlek sökük, yaka bağır meydanda, her şeyi lime lime, kolunu kaldırıp başladı ağlamaya. Ama ne ağlama… bağıra bağıra… Necla, Necla olalı böyle ağlama duymamıştır imansızım. Eşek kadar herif anıra anıra hıçkırıyor. İşte ben buna yürek derim. Kimi zamazingolar, Tacettin’in böyle ağladığını duyunca arkasından fasıl geçerler ya, bilmezler ki adamın kafası boza gibi mayalanınca ağlamaktan başka yol

kalmamıştır.”

 

Başkaları tarafından anlaşılmadığını düşünen insan, kendisini yalnız hissederek saldırgan bir ruh hali edinir. Dişi bir karakter olarak öyküde yerini alan Necla, Titiz Tacettin’i önemseyen ve onun şefkat alabileceği tek insan (anne, sevgili, eş vb.) gibi görünmesi bir garip iç dökümüne sebep olur:

 

Neden dersen onun bakışlarında Tacettin’den düşmüş bir kirpik daha vardır. Necla bir tanedir, Neclanın ne’si de, ce’si de öyle… Şu kalleş dünyada, bizim Titiz Tacettin’ in ağladığını gören tek kişidir.”

 

Kitabın belki de en gerilimli öyküsü olarak karşımıza çıkan Engereğin Oğlu, aynı zamanda yazarın imgesel anlatımının en yoğun olduğu öykülerden biridir. Sema Kaygusuz’un  “Edebiyatın yası, hasreti, hiç olmazsa niyeti vardır. Bir niyetle ısırır, bir niyetle huzur bozar, bir niyetle yoldan çıkarır,” dediği öykülerden biridir belki de Engereğin Oğlu. Psikanalitik okumaya dahi açık olan bu öyküde; kişileştirilmiş bir yılan, bir köy evi, evin hanımı Zilver, önünde bir tas yoğurt ile oyalanan çocuk karakter Âzem vardır. Öykü, köy evinin tasviri ile açılışını yapar ve evde herhangi bir otoriteden ya da “ baba” karakterinden söz açılmaz:

 

“Evin oğlu Âzem iki yaşında. Gözüne çarpan her şeye sürekli gülümsüyordu, başında bir tutam saç, yüzü mermer kadar beyaz. Gözlerinde çakıl taşları, kendi kendine mırıldanarak kahkahalar atıyordu. Oturtulmuş tahta sedire, annesi Zilver onun sağına soluna yastıklar döşemiş, avluda bir başına sanki ana kucağında oturuyordu.”

 

Hikâyenin gerilimli anlatımı boyunca engerek yılanı bahçeye girer ve Âzem’ in önündeki yoğurda doğru yol almaya koyulur. Âzem ve yılan karşı karşıya geldiğinde evin avlusundaki tüm sesler susar ve içerde erik kaynatan Zilver bu sessizliğin huzursuzluğu ile Âzem’i kontrol etmek ister:

 

“ Zilver öte dağa vurup geri dönen tiz bir çığlık attı. Engerek de duydu, Âzem de… Çocuk engereği başından tutmuş,onunla oyun oynuyor. Engereğin güzel başını bütün gücüyle sıkıyor. Yüzünde neşeli bir gürültü, ağzının suyu çenesinden akıyor. Kenetlenmiş küçük parmaklarını yoğurda sokuşturup yılanın ağzına bulaştırıyor,sonra kendi ağzına götürüp şeker gibi emiyor. Âzem anasına dönüp elindeki siyah yaratığı gösterdi, sonra biraz daha sıktı engereği. Kütür kütür bir ses geldi engerekten, kendi dişleri kendi etine girdi. Zilver’ in gözleri buz tutmuş, dişleri kenetlenmiş, dudakları kanıyor, için için inliyor, onu bir tek engerek duyuyor.”

 

Burada evde ataerkil bir otorite yok iken aniden yılanın gelmesiyle eve sessizlik hâkim olması ve evin oğlu ile karşı karşıya getirilmesi, yılana “baba” figürünün yüklenmiş olduğunu gösterir. Freud’a göre erkek evladın annesine olan birincil yakınlıktan ötürü babasına karşı biriken nefretle onu öldürmek istemesi, Oidipus karmaşasının temelinde yatan duygudur. Başka bir açıdansa, otorite için rekabet olarak da yorumlanabilir. Nitekim Âzem, engereği elleriyle boğarak öldürmekten büyük keyif alır. Zilver, bunu sadece seyreder. Neden sonra yaşadığı şoku üzerinden atar ve Âzem’ in önünde yatan “siyah yılanın” ölüp ölmediğini kontrol etmek için onun yanına koşar ve Zilver’in engereğe bakışının ne tarafta olduğunu net olarak görmemiz nihayet mümkün olur:

 

“Bir gümüş ışık yatıyordu yerde, pırıl pırıl siyah incilerle işlenmiş bir kuyu prensi, bir kadın sesi, tatlı bir kış uykusu, koca bir engerek, köyün en güçlü hayvanı…”

 

Zilver, yani evin annesi, yılanın öldüğüne emin olduktan sonra “gecikmiş bir öfke” ile Âzem’e koca bir tokat atar. Buradaki öfkenin korkudan doğduğunu ya da yine Oidipus karmaşası üzerinden evdeki otoriteden üstün gelen Âzem’i cezalandırmak için oluştuğunu söylemek mümkün olabilir. Öfkenin sebebi ne olursa olsun, Zilver bir yandan engereğe tıpkı eşine, kendi ailesine hürmet eder gibi davranırken bir yandan da oğlunun canını bağışlayıp ona saldırmadığı için engereğe minnettardır.

 

“Engereğin Oğlu Âzem, otorite savaşını kazanmış mıdır yoksa yalnızca canı mı bağışlanmıştır?” Elbette bu önemli sorunun cevabını yine de yalnızca Sema Kaygusuz bilebilir:

 

“Engereğin başına bulaşmış yoğurdu eteğiyle sildi, temizledi, oğlunun ellerini okşarcasına okşadı. Dayanamadı bastırdı koyununa, aklına gelen bütün dualar karmakarışık döküldü ağzından, ağzına yaşlar doldu. Sonra o ağır ölüyü toparlayıp bahçenin derinliklerine, böğürtlen çalılarına götürdü; güzel manzaralı bir mezar kazdı ona, boylu boyunca sıkıştırmadan yatırdı toprağa. Kendi atasına, biricik anasına nasıl hürmet ederse, işte öyle gömdü onu. Engereğin hakkını yemedi, kim kimin canını aldı, kim kimi bağışladı, bunu en iyi Zilver biliyordu.”

 

Tıpkı ilk öyküde olduğu gibi yalnızlık-mekân ilişkisi üzerine bir kurgu içeren Kadın Sesleri adlı öykü, iki kadının telefon konuşması üzerinedir. Kadınlardan arayan taraf olan B Hanım’ın ruh hâli de evinin tasviri de benlik bütünlüğü bozulan, kendi kendisiyle savaş halinde olan bir insanı tarif eder nitelikler taşır:

 

“B HANIM TER İÇİNDE UYANDI. Huzursuz düşler dolmuştu saçlarına. Darmadağın. Odada uyku kokusu, havasızlık. Sağa gerdi bacağını, paslı bir makas gibi açıldı biraz. Sıkıldı, yüzüstü döndü, soluk alamayınca sırtüstü yuvarlandı. Ağzında bayat bir öykü kokusu, kırpılmış bir uykuya daldı, uyandı, düşündü, düşündü, dört aydır her sabah ne düşünüyorsa, gene aynı şeyi düşündü. Sürünüp akarcasına indi yataktan, perdeleri açmadan pencereleri araladı, bir avuç serinlik yaladı göğsünü bir de sokak gürültüsü. Sabahlığını geçirdi sırtına, ters giydiğini bile bile düzeltmedi, sırtı dönük düğmeleri ilikledi.”

 

B Hanım,  A Hanım’ ı aradıktan sonra konuşma ilerledikçe A Hanım’ın önce “Ay Hanım” sonra “ Ayş Hanım” ve en son olarak da “ Ayşe Hanım” olduğuna şahit olurken, B Hanım’ ın  kimliğini tek seferde ve Ayşe Hanım’dan sonra öğrenmemiz de B Hanım’ ın kendisiyle çatışmasına göz kırpar. Ayşe Hanım, konuşma ilerledikçe kişiliğini ve yaşamını ortaya koymaktan çekinmezken,  B Hanım’ ın bunu yapamaması da küçük bir detaydır. B Hanım’ ın nihayet Berna Hanım’a dönüşebildiği ilk an, Ayşe Hanım’ı alenen kıskandığı, yani kendi duygusunu bir nefeste ortaya bıraktığı an olması da öykünün gidişatı açısından büyük önem taşır:

 

“ O uyurken, bir an önce soyunup arkadan

  ona sokuluyor mu yoksa, ısıtmak için

 kadının baldırlarının arasına daldırıyor mu

 soğuk ayaklarını, ensesindeki lüleleri

kokluyor mu, elini onun karnında gezdirirken,

doğumdan kalma çatlakları seviyor mu”

 

Aynı adamla birlikte olmanın mutsuzluğu ve yalnızlığı arasında sıkışmış iki kadın, aslında benzer duygular paylaşır; ancak eş olma mülkiyeti her koşulda Ayşe’ yi kazanan taraf yapar, Berna ikircikli tavırla devam eden bu konuşmaya daha fazla dayanamayıp telefonu Ayşe’nin suratına kapatır. Ayşe durumdan memnun, söyleyeceklerini söylemiştir. Berna’yı alt etmiş olmanın kıvancıyla kendince bir kutlama yapar:

 

“Kıvançlı bir ifade yayıldı bedenine, sırtı dikleşti, karnını içine çekti. Almacı tatlı bir uykuya yatırırmışçasına bıraktı. Yatak odasına gidip çekmeceden bir karton kutu çıkardı, düğünden kalma kırmızı ruju buldu içinde. Yağı uçmuş rujun tadı çok bayattı. Yine de gülümsedi.”

 

Varoluşsal kaygı ve kaçış hissi içine hapsedilen  “ Oğul” adlı öykü, köyde yaşayan bir anne- oğlun hayatından bir kesit konu alır. Varoluşçulara göre insanlar bu dünyaya bırakılmıştır ve kendi kaderlerini yaratma, kendilerini gerçekleştirme özgürlükleri vardır.  Annenin oğlu, köydeki yaşama bir türlü ayak uyduramamaktadır ve kendini var edememektedir. Çocuğun ve annenin hayatta var olabilmesi, oğulun ayak uydurabileceği bir yere kaçıp gitmesi ile ilişkilendirilir. Özgürlük ve kaçış Aladağ Köyü’ nün ardındaki yerdedir. Oğul, köye gelen bir kamyonun arkasına, annesinin hazırladığı bohçayı da alarak, atlar ve köyü terk eder:

 

“Oğulun gözleri közlendi. Anasının alnındaki çatalı, karşısındaki dirseği, ağzının kenarındaki çizgiyi buldu. Gülümsedi. Bohçaya kaydı gözü. Hanım’ ın elini öpecekti caydı. Sarılıp anasının başını kokladı. Sanki bir sarmaşık çözüldü gövdesinden, yanık sırtını akşam serinliği tırnakladı. Her şey o akşam başladı. Oğul, kenarına bıraktığı gömleği sırtına geçirdi. Koştu, koştu, koştu… Kamyonla burun buruna durdu. Bohçayı kaptığı gibi atladı kasaya. Çocukken sorduklarını anımsadı: Aladağ’ ın arkasında ne var ana?”

 

Sema Kaygusuz,  gerek kendine özgü dili ve anlatım yoğunluğu ile gerekse genel anlamda iki üç sayfayı geçmemiş kısa öyküleri ile “küçürek öykü” kavramını anımsatır. Küçürek öyküler, kısa öykülerdir, şiirde olduğu gibi yoğun ve imgelem içeren bir anlatım tercih edilir, hikâyede verilmeyenlerin okuyucu tarafından anlaşılması beklenir. Bu tip öykülerde, tıpkı Sandık Lekesi’nde olduğu gibi, anlam anlatılanda değil, gizlenende bulunur. İşte bu anlamın gizini keşfe çıkarken kimi zaman yolda kaybolup kimi zaman yolu yeniden çizdiğim birbiri ardına ulanmış iki öykü “ Yülerzik” ve “ Aşkâr” dır.

 

Yülerzik öyküsünde yazar tıpkı bir bitki bilimci gibi “yülerzik bitkisi”ni anlatır, öyle çok detaylandırır ki, sonunda gerçekten öyle bir bitki olduğuna, sırrına mazhar olanınsa pek bulunmadığına gönülden inanırsınız:

 

“ Yülerzikle karşılaşmanın sırrı, işte bu durmak ile gitmek arasındaki uzaklıktır. Sen gitmek üzeresin, yülerzik duruyor, seni beklemiyor, bunu sakın unutma…”

 

“ Onu bulduğunda, kendini nasıl hissedersen, yülerziği öyle göreceksin.”

 

“Onunla başa çıkamayacağını düşünebilirsin. Bazen köküne kadar acı çekmek gerekebilir. Bitkiler tıpkı insan onuruna benzerler. Yalnız bir kez yerinden sökebilirsin. Gücün yeterse, onun canını almaya katlanabileceksen, köküne yakın yerinden sımsıkı tutup asılacaksın. Bir iki kez çekiştirip bırak, o sana hangi yönden daha rahat söküleceğini belli edecektir. Acele etme, dikkatli ol, kendine de ona da iyi davran. Onu topraktan sökerken kararlı bir şekilde yülerziğin dalına kenetlenir, iplik iplik kopuşlarını hissederken kökü yerinden oynatırsın. Uykudan uyandırılmış toprağın ıhlamasını duyduğunda, toprağın bu küçük gözeneğinde yarattığın sarsıntıyla, o ulu ceviz ağacının gölgesinde kendine göre büyük, kendine göre derin, kendine göre karanlık bir çukur açmış olacaksın. Yülerziğin kökü ellerindedir artık.”

 

“Bir insanın içinden onurunu çekip almakla bir bitkiyi köklerinden koparmak” benzetmesini cebime koyup yoluma devam ederken yeni bir kavramla daha karşı karşıya kalıyorum: Aşkâr. Aşkâr kelimesi bana daha çok “aşikâr” kelimesini anımsatıyor, bu hissim beni ister istemez acaba bu kelime yalnızca yazarın yarattığı bir kelime mi yoksa gerçek bir anlamı var mı, diye düşünmeye sevk ediyor. Türkiye Türkçesi Ağızları sözlüğüne baktığımda bu düşüncemde haklı olduğumu fark ediyorum. Aşkâr kelimesi; çamaşırda çıkarılması güç leke, hayvanların başındaki beyazlık, küllü su gibi anlamlara geliyor. Yine bu anlamları da cebime koyup “Yülerzik” öyküsünde aşkârın nasıl yapıldığını detayları ile anlatan paragrafa dönüş yapıyorum:

 

“Çoğu bitki kökleri, yeni doğan bebekler gibi birbirine benzer. Yülerziğin kökü ise kenger kökü gibi kalındır. Bu ince uzun bitkide beklemediğin bir derinlik olduğunu göreceksin, hele ki kökü… Tok, sıkı, oldukça ağırdır. Yülerziğin boynunu kırıp üstündeki toprağı silkele. Kökte iç içe girmiş kıvrım kıvrım beyaz uzantıların arasındaki böcekleri azat et, onlar bir işine yaramaz. Kökü güneşin karnında bir iki gün kurut. Sen de dur yanında. Bırak dudakların kavrulsun, burnunun üstü kabuklansın, kulakların yansın. Yülerzikten sana kala kala bir avuç lif kalacaktır. Bundan sonrası senin el becerine kalmış. Bir tek onun için büyük bir ateş yak. Bu öyle büyük bir ateş olsun ki içinde benliğini de pişirebilesin. Gene oldukça temiz bir sac bulup ateşin üstüne bırak. Sac ısınıp ateşin üstünde kızarınca, başla kökü kavurmaya. O yandıkça sen de yanacaksın. Sacın üstünden yükselen dumandan, yülerzikten uçan ruh parçasından gözünü kaçırma. O yangının, o kederin bir parçası olmalısın. Genzine acı bir duman dolduğunda, küllenen yülerziğin marifetinden şüphe etme sakın. Bütün dönüşümler kötü kokar.

 

Gümüş rengi külü, bir zerre bile ziyan etmeden bir iki damla suyla yoğurmaya başla. Kül yoğruldukça boz rengine döne, koyulaşır. Burnuna hafif bir koku gelecek, tadına bakmamak için kendini zor tutacaksın. İşte biz ona Aşkâr deriz.”

 

“Aslında bunun bir önemi yok, önemli olan hangi gerekçeyle yülerziğe ulaşmak istediğini kavramandır. Yülerziği anlamak için aşkâra doğru giden o uzun zahmetli yolu göze alman gerekir. Ne yazık ki, aşkârı nasıl kullanacağını söyleyemeyiz. Doğrusu bugüne dek gereğinden fazlasını söyledik bile… Bundan sonrasını sen bilirsin, ister durur, ister gidersin.”

 

Hemen peşi sıra gelen Aşkâr öyküsü Canan karakterinin banyo sahnesi ile açılış yapar. Daha sonra banyoya annesi Gülsüm gelir, Canan’ın yalnız kalma isteği, utancıyla bıçak gibi kesilir. Canan, sabun ve sıcak su ile deyim yerinde ise dövülerek yıkanır. Bu banyo sahnesi yani “bu öfkeli arınma anı, dakika dakika hızlanarak anne ile kız arasında pasif bir dövüşme haline” gelir. Bu dövüşme hali aslında Gülsüm’ ün söylemek istemediği bir şeyi söyleme zorunluluğundan ileri gelir:

 

“ Yarın Gülizar’ a başsağlığına gideceğiz.”

 

Bu cümle öykünün neden “ arınma çabası” içinde geçtiğinin ilk sinyalini verir niteliktedir. Canan, üzerine sıcak su boca edilmesine rağmen üşür:

 

“… geberdi de kurtulduk Asım köpeğinden!”

 

Olan biten bellidir. Ortada örtbas edilen bir şeyler olduğu “aşikâr”dır:

 

“Artık Asım’a kızmayacak mısın?

 Kızmayacağım.

Geceleri ağlamayacak mısın?

Uydurma!”

 

“Öldü işte! Bitti gitti…gitti! Kurcalama artık, otur aşağı, kapa çeneni!”

 

“Bu arada Canan, teneşirde yıkanan Asım’ı bir saniye düşünüp gözünü açtı, ossaat onun yanında uzanmakla uzanmamak arasında bir fark var mıydı, bilemedi.”

 

İşte tüm bunlar olup bittikten sonra Yülerzik’in küllerinden yapılma hamur ortaya çıktı, “Aşkâr.” Bir önceki öyküde öğrendiğimiz gibi, aşkârı nerede kullanacağımızı kendimiz bulmalıydık. Gülsüm, onu bir tas suda eritip kızının upuzun saçlarını yıkadı, bir dakika önce kızına duyduğu hınç, yerini şefkate bıraktı, sular biraz olsun durulur gibi oldu ana kız arasında. Aşkâr, Canan’ın saçlarına daha da ışıltı verdi, kızın yüzünde “kırmızı bir sis gibi” dolandı. Bu kırmızılık bana kınayı anımsattı, kurbanlıkların üzerine yakılan cinsten bir kına mıydı bu, diye düşünürken;

 

“Canan saçlarına dokundu… saçlarına mı, yoksa başına mı? Sonra, herhalde başına dokundu. Yüzüne dökülen güneşli gölgeler, kahve koyusu gözlerinin ışığıyla kaçak dövüşürken; o doğurmamışlık, o sormamışlık, o aklına ne geldiyse bilmemişlik diken diken olup kafasına saplanmaya başladı.”

 

Canan,  aşkârın parıltılı görüntüsüne rağmen yine de saçlarını tek seferde kökünden kesti. Ertesi sabah;

 

 “Gülsüm kulağında dayanılmaz bir kaşıntı ile yatağından doğruldu. Aşkâra kavuşmuş saçlar uyanmış onu bekliyordu.”

 

Gerçekten de aşkârı nerede kullandığımızı kimse bilemiyor, yülerzik bitkisinin sırrına hiç kimse bir türlü mazhar olamıyordu ve biz bugün hâlâ bunu konuşuyorduk.

 

 

Kaynaklar:

 

Sema Kaygusuz’ un Hikayelerinde Modern İnsanın Yalnızlığı,Ardahan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hüseyin Paksoy, Haziran 2014

 

Odak Yazar: Sema Kaygusuz, Okan Yılmaz

 

Monograf Edebiyat Eleştiri Dergisi, Sema Kaygusuz’un Engereğin Oğlu Hikayesinin Psikanalitik Çözümlemesi,Erhan Kıvanç, Haziran 2016, (syf 242-252)