https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

DİLSİZLİĞE AĞIT

 

Kadınların şiddete maruz kaldığını sıklıkla duyduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Yaşananların haber değeri taşımadığı, bizlere yansımayan o kadar çok vakavar ki…Görünmeyen ve birçok kadının her an maruz kalabildiği fakat çoğu zaman şiddet olduğunun farkına bile varmadığı psikolojik şiddet de fiziksel şiddet kadar üstünde durulması gereken bir mesele. Toplumsal beklentilerin, geleneksel- ataerkil anlayışın, kültürün parçası kabul edilen inançların kadını belli kalıplara hapsetmesinde kırılmaların yaşandığı, erkeğe verilen bütün yetkilerin sorgulandığı ve el değiştirmeye başladığı bu çağın toplumsal cinsiyet rollerinde büyük bir dönüşümü de beraberinde getireceği su götürmez bir gerçek. Dili, dini, rengi ne olursa olsun yaşananların ruhumuzda benzer izler bıraktığı çok fazla acı yaşanmakta.Yalnız kalan, ötekileştirilen, çaresiz bırakılan, sesini duyuramayan bütün kadınların,yaşadıklarını toplumsal dayatmanın sebep olduğu utanma duygusuyla gizlediği ve birbirinden habersiz olduğu büyük bir potansiyel açığa çıkmayı bekliyor. Hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor, bakmanın yetmediği görmeyi gerektiren bir mesele olarak yanı başımızda duruyor. Evimizdeki erkekler-babamız, kardeşimiz, sevgilimiz, eşimiz vb.- bizim üstümüze titrerken bile en olmadık zamanlarda kadın bedeni üzerinden bir küfrü olağan bir şekilde söyleyip koruyuculuklarını kanıtlayıveriyorlar! Bir kadını savunup kollarken(!) kadınlığı ayaklar altına almayı normalleştiriyorlar. Biz kadınlar da bu sahiplenme biçimi içinde kendimizi güvende hissedebiliyoruz yazık ki! Çalıştığımız kurumda,trafikte, sokakta yürürken, televizyonlarda, alışverişte… her yerde kadına biçilmiş sınırlar, yapabilir- yapamazlar, doğru-yanlışlar karşımıza çıkıyor. Bu sınırlar içine sığmayan taraflarımız budanıp törpülenirken kendi olmaktan uzaklaşan, korkular edinen, hayal gücünden yoksun, utanma duygusundan sorumlu, daima fedakarlık göstermesi gereken, kendi dışında herkes ve her şey için varlığını sürdüren, nihayetinde eril anlayışa hizmet eden ve karşılığında ödüllendirilen ve bu anlayışı bir erkekten daha fazla savunmaya başlayan hale getiriliyor kadınlar. Çünkü kadınların- geleceğin annelerinin- bir kuşağa, bir ülkeye, bir bayrağa, bir inanca karşı büyük sorumluluğu var! Yetiştireceği her çocuk bir ideal uğruna var olmalı! İşte, her coğrafya için değişmez olan bu gerçekler üstüne bir kitaptı, Son Bakış. Kitapta kültürlerarası yolculuk içindeki Tina’nın aşk uğruna değişen hayatı, bir evlat, bir torun, bir sevgili, bir kadın olarak yaşadıkları anlatılıyor. Gürcistan’da başlayan ve Türkiye’ de sonlanan bu hikayenin kökleri Çarlık Rusya’nın yıkıldığı döneme kadar uzanırken kimi dallarıyla da İran’a uzanıyor. Irmak Zileli’ ye 2020 Duygu Asena Roman Ödülü’ nü kazandıran kitap, kadının çaresizliğine, kültürler altında ezilmeye mahkum edilişine ses olmayı başarıyor.

Roman, Tina’nın yaşamının son bulduğu dakikaları anlatır. Biz bu son dakikalarda Tina’nın aklından geçenlere ve hissettiklerineeğiliriz. Bilincinde ve bilinç altında var olan her şeyi yaralı, ölüme yaklaşan bir insanın güçsüzlüğü ve çırpınışları içinde okuruz. Geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkarak Tina’nın ölümüne varan sürecin nasıl ilerlediğine parçaları birleştirerek ulaşırız. Yaşanmayı bekleyen hayallerine veda etmenin verdiği zorluğa tanık oluruz. Gürcü bir ailenin tek çocuğu olan Tina, ülkesinden kaçarak Gürcistan’a kaçak girenİran’lıKaveh’eaşık olur ve Kaveh’le Türkiye’ye kaçma planları yapar. Sınırdan geçerken Kaveh’in polisler tarafından fark edilmesi ve planlarının altüst olmasıyla Tina’yı hazin sona götüren süreç başlar. Türkiye’ye Kaveh’siz geçen Tina burada kayıtsız bir şekilde çalışıp kaçak bir şekilde hayatını sürdürmeye başlar. Müslüman bir adama aşık olması ve onunla yaşamayı tercih etmesi nedeniyle ailesiyle arasını açan Tina, Gürcistan’da dönecek bir kapısı olmadığından Kaveh’ten haber alabileceği ümidiyle Türkiye’de tutunmaya çalışır. Türkiye’de birçok göçmen kadının ağına düşen kadın tacirlerinden kendini son anda kurtarır ve Nezahat Hanım’ a bakıcılık yapmak üzere kızı Seval’in evinde işe başlar. Ciddiye alınmayan, ezilen, yüz verilmemesi gereken, duyguları, düşünceleri, geçmişi, eğitimi göz ardı edilen bir Tina olarak yaşamaya başlar. Ülkesizliğini, dilsizliğini, köksüzlüğünü korku salarak hissettirenlerin içinde silik, kimsenin umursamadığı, aitlik hissini yaşaması istenmeyen, bir “hiç”miş gibi yaşamaya mahkum edilen, çaresiz bir Tina. Tina, bütün göçmenleri, sığınmacıları, mültecileri, çocukları, kadınları, hayvanları, bir ülkedeki herhangi bir azınlığı, farklılığı temsil eden koca bir sembol aslında. Tina’nın çalıştığı ev, adımladığı sokak, uğradığı kafe, ondan rahatsızlık duyan komşu, gittiği fırın, ölmek üzereyken başında bekleyen kalabalık… hepsi bizim yansımamız. Basit bir ölüm mü cinayet mi, üstüne düşünmemizi de istiyor yazar. Bir insandan hayatının çalınması çoğu zaman- katili olsa da olmasa da- toplumdaki herkesin işbirliğiyle gerçekleşiyor. Üstelik fiziksel bir ölümden öte birçok insanın hayat ışığını yitirmesi ve bunalıma sürüklenerek kimi zaman hayatına son vermesinde de toplumun eli var. Kadın cinayetleri, işçi ölümleri, göçmen ölümleri, çocuk istismarı ve ölümleri, yoksulluk… daha yığınla çaresizliği Tina’nın hikayesi üzerinden görmemizi isteyen Irmak Zileli, Tina aracılığıyladaha çok göçmenlere yaklaşım, göçmenlere karşı önyargı, insanlık dışı muamele, aşağılama, ötekileştirme üzerinden toplum eleştirisi kaleme alırken, acımasızlığımızı gözler önüne seriyor. Bunu dil, kültür, inançlar üzerinden yaptığı tespitlerle ortaya koyuyor. Üstelik meseleye yalnızca Türkiye açısından da yaklaşmıyor yazar. Gürcistan’ da insanların  Kaveh’e olan tavrıyla Türkiye’ de Tina’ya gösterilen tavır aynı. Dünyanın her yerinde benzer manzaralara rastlamanın mümkün olduğunu ve buna sebep olan bir düzenin parçası olduğumuzu görmemizi ister gibi yazıyor.

Tina’yı ve geçmişini tanımamızı sağlayan soy ağacını çizerken Rusya’daki tarihsel dönüşüme de yer veriyor yazar. Çarlık Rusya’nın yıkıldığı döneme, Bolşevikler içinde Çarlık’a karşı mücadele eden Eka’ylaAnton’un hayatından başlayarak oğlularıAlika Dede ve kampa gönderilmesiyle kayıplara karışan eşi Marina’ya, anne-babasının ihbar edilmesiyle evlatlık verilen ninesi(bebiaçe) İlona ve dedesi İlya’dangünümüz Gürcistan’ında annesi(deda) Nana ve babası Levan’auzanan bu ailedeki kadınları İlona ‘matruşka’lar üzerinden anlatır. Geleneğin içinde, kadınların etkin olduğu bir aileye doğmuş, içine kapanık, kendini ifade etmekte zorlanan, kendine karşı yargılayıcı, kişiliği suçluluk hissi içinde şekillenmiş Tina, ölüm anında bile kendini yargılayan iç sese sahiptir.Sovyetlerin varlığını sürdürdüğü dönemde ailedeki herkesin siyasetin eziciliğinden nasibini alması, ninesi İlona’nın politikadan nefret etmesine sebep olmuş, Tina’nın siyasetten uzak sanata yakın olması gerektiği İlona tarafından Tina’ya her fırstattatelkin edilmiştir.Bu nedenle Tina, bale eğitimine yönelir.

Savaşa neden olmalarından ötürü erkek egemen anlayışa en sert eleştiri yine İlona tarafından şu sözlerle ifade edilir: “Zaten siz erkeklerden ne beklenir, kendinizi kanıtladığınız tek yer savaş meydanlarıysa ondandır mutlaka, politikanız batsın, kahramanlığınız batsın, destanlarınız batsın bıktım hepinizden! Hepiniz aslında mezarlıktan geçerken ıslık çalan ödleklersiniz de haberiniz yok, kime yutturmaya çalışıyorsunuz bu palavraları. (…) sizi sindirmek için sokmuşlar savaşlara, göstermişler ölümü, razı etmişler sıtmaya. İyisi mi erkekliğiniz batsın!”

Tina, İlona’nınKaveh’e yaklaşımını değiştirmek için şair olduğunu sanatla uğraştığını vurgular, şiirlerinin de politik olmaktan uzak olduğunu söylediğinde “(…)ülkesindeyken de böyle aşklı şiirler yazsaydı da başını derde sokmasaydıdemişti(…) burda sadece sevgiliye değil Allah’a duyulan aşktan da söz edildiğini, ülkesinde bunun hoş karşılanmadığını, hükümete eleştiri diye düşünüldüğünü söylediğimde ise, al işte aşka bile politika bulaştırırsan olacağı bu, hani politik şiir değildi, demiş kitabına dönmüştü.” şeklinde karşılık alır ninesinden.İlona’nın çocukluğunda anne-babasından mahrum edilmesinin temel sebebi siyasettir. Olan bitenin baş sorumlusu olarak Stalin’i görür. Bu nedenle siyaseti ve aktörlerini sevmez. Kaveh’in de şiirlerinden dolayı ülkesinde siyasi suçlu olması ve Gürcistan’a kaçması onu daİlona’nın gözünde yanlış insan yapar.

Kitabın adına gelecek olursak “Son Bakış” tek bir anı ifade etmez. Sıradan olduğunu düşündüğümüz herhangi bir zamanda hayatımızın ansızın değişerek bizi sevdiklerimizden mahrum bıraktığı gerçeğinin ifadesidir. Bebianın(İlona) Tina’ya“(…)sevdiklerine bakarken hiçbir zaman unutma küçüğüm, bu son bakışın olabilir.” sözü, Tina’ nın ölümün eşiğinde bu cümleyi hatırlayarak sevdikleriyle ‘son bakış’ı yaşadığı anlara gitmesidir. Kaveh’e sınırdan geçerken bakması, onu ele verdiğine dair suçluluk yaşatan ‘son bakış’ı, babasına çalıştığı fabrikada yaşanan ve gözlerini kaybetmesine neden olan kazadan önce birlikte gittikleri son filmin ardındaki ‘son bakış’ı ve ölürken başındaki uğultulu kalabalığa ‘son bakış’ı hızlı gelgitler yaşatır Tina’ya. Tina, Kaveh’e olan aşkını da onun bakışlarında bulur. Sekiz yaşında yaşanan kaza sonrası babasının herkesten, Tina’dan da uzaklaşması, Tina’nın babasının bakışından, sevgisi ve şefkatinden mahrum kalışı, yıllar sonra bütün bunları Kaveh’te yakalaması onu Kaveh’e yakınlaştırır. Babasıyla dolduramadığı, eksik kalan boşluğu Kaveh’le doldurur. Babasının ‘Işığım’ hitabını, Kaveh’ten de duyar. Ve bu benzerliklerin kadersel bir bağ olduğunu düşünür. Son anlarında kadere dair aklından geçen tüm talihsizliklerin de Tanrının yanlışlığı olduğu, farklı bir kadere sahip olabilecekken mutsuz bir son yazılmasında bir hata olduğunu düşünür. Bu düşündüklerinden dolayı mahcubiyet de duyar. Kendi kusuru olduğunu, yaşananlarda pay sahibi olduğunu düşünür. İnançlı oluşunda da ninesi İlona’nın etkisi vardır.

Kitapta biçim ve içerik olarak üzerinde durulması gereken başka mesele dildir. Romanda dil araç olmaktan öte bir yere sahip. Tina’nın yabancı olması, kendisini  Türkiye’ de Türkçe ifade etmeye çalışması, buna zorlanması, ana dili olan Gürcüce’yi konuşmaması konusunda baskı görmesi, yer yer Rusça’nın devreye girmesi dili bir mesele haline getirmiştir. Dil, yalnızlık, kimsesizlik çeken Tina’nın kimliğiykenkimliksizliğine de sebep olmuştur. İnsanın kendisini ifade edebilmesinin önündeki en büyük engel, ana dilinin yasaklanmasıdır. Romanı Tina’nın iç sesinden okuduğumuz için kullanılan cümleler devriktir. Tina’nın hissettikleri,kırık bir Türkçe’yleaktarılmıştır.Tina zaten kendisini ifade edebilme konusunda sıkıntı yaşayan, çekingen, aile içinde de kendini ifade edemeyen biriyken Türkiye’de bilmediği bir dile uyum sağlamak zorunda kalması da Tina üstündeki gerginliği daha da arttırır. Yalnızlaşması korkularını arttırırken korkuları hata yapmasına neden olur. Evden çıkarken yanlış anahtarı alması-aklını, yüreğini bıraktığı ülkesindeki evinin anahtarını alması- ve bu dalgınlığının azar işitmesine sebep olacağı korkusu, komşunun umursamaz tavrı ve aşağılayan muamelesi Tina’yıölüme götüren fikrini- çatıya çıkması- uygulamaya iter ve Tina kendisini ansızın yerde, asfaltın üstünde yatarken bulur. Ve herkesin yalnız bırakarak el birliğiyle ölüme ittiği Tina, sevdiklerinden, ülkesinden uzakta kimsesiz, kimliksiz, ‘hiç’ olarak ölür. Dışarıdan kimsenin umursamadığı, varlığı bile hissedilmeyen insanların, içlerinde kimsenin bilmediği koca bir dünyayla kimse duymadan yok olup gidişlerine, hayatlarının başlamadan bitişi ya da boşa geçip gidişi üstüne ağıt gibidir, ‘Son Bakış’.