Ahraz kitabıyla tanıdım Deniz Gezgin’i. Bütün günahlarını bir kadın ve oğlu üzerinden temize çekme uğraşında olan kasaba insanının o bildik, acımasız yüzünü ortaya koyan metinlerden biri Ahraz. Yaşadığı toplumun çöplerine aşina bir hayat süren Adile ve oğlu İsrafil, istenmedik bakışlardan uzak, göz göze gelmeye dahi yanaşmadıkları insanların içinde yaşamaya mahkumdur. Yusuf’un tanıklığında sürdürdükleri bir hayat İsrafil’in Marika’yla yaşadığı ilişkiyle masala dönüşür, kasabanın acımasızlığı Adile’yle bütünleşip son bulurken İsrafil’le umuda kapı aralanır. İsrafil’in fiziksel yoksunluğu onu kasabadan soyutlar. Toplumsal vicdanın temsili olan Yusuf ise okuyucunun olaylara nereden bakması gerektiğinin işaretidir. İsrafil’in denizle bütünleşmesi, kendini denize ait hissetmesi, denizde huzur bulması, hayvanlara yaklaşımı kısacası yazarın bu ilk romanında doğayla olan bağ arka planı oluştururken ikinci romanı YerKuşAğı’ndakonuyu oluşturur.Farklı bölgelere dair av ihalelerinin gündem olduğu ve yaban hayatına müdahaleleri konuştuğumuz bu günlerde bu romanı okumuş olmak yazarın;insanın hükmetme, kontrol etme, varlığını sürdürme uğruna kendi dışındaki bütün yaşamları yok sayıp ortadan kaldırma çabasını ne denli doğru çözümlediğiniortaya koyuyor. Bunu yaparken insanlardan arınmış bir bakışı tercih etmiş yazar. Dünyayı, yaşam alanlarını hayvanların, çocuğun yaşamını merkeze alarak onların gözünden ortaya koyar. İnsan merkezli kurgulara alışkın olan zihnimi bu tekdüzeliğin etkisinden kurtarıp kitabın akışına dahil olmakta başta zorluk yaşadığımı dile getirmeliyim. Bu da yazarın kitapta anlatmak istediklerininhayatta, pratikte karşı buluşu aslında.Yani biraz tuzun içimizdeki beşeri sökecek olması gibi bu kitabı okumak. Tuz niyetine…
Doğadaki denge yok olmanın ve yok etmenin üstünden değil de varlığını dönüşerek sürdürmek üstünden aktarılır. İnsanın doğaya karşı mücadelesi, doğayı karşısına alması; gücünü, varlığını ispatlama çabası uğruna doğayı özellikle hayvanlar üzerinden yok etme girişimi farklı açılardan kurgulanır. Av, çevre kirliliği, yenilenemeyen enerji kaynaklarının kullanımı ve bunların doğada yarattığı tahribat;Moy, Hagrin, Şuri ve Cice’nin yollarının kesişmesiyle başlayan bir hikayenin alt mesajını oluşturur. Moyyetişkinlerin dünyasında kendine yer bulamayan, av merakı olan Asil Derbentçi’ nin kızı. Hayvanlara olan yakınlığı, babasının acımasız dünyasında kendine yer bulamayışı, yok sayılması ve sonsuzluk onu diğerleriyle buluşturur. Hagrin, yarı sarmaşık yarı toynaklı yeşil elleri olan bir varlık. Hagrin’in çizimi mitolojik bir varlık gibi biraz. Hayvan ve bitkinin yani doğanın temsili. Kitabın bilgesi, yol göstereni. Şuri, kuş. Petrole bulanmış, midesindeki cıva ile sonsuzluğa uçmuş. Cice ise bir var bir yok geyik. Hepsi “yokyere”, doğanın kalbine doğru yolcuğa çıkarlar. Orası yeşil bir ülke, bir hayal ülkesidir. “Duyabildiğimizle var, duyamadığımız kadar yok” bir yerdir. Yolculuk, insandan, insana ait olan her şeyden arınmakla varılabilir bir yere doğru başlar. Metindeki her vurguda, insanın kendisini doğanın parçası olarak görmeyişi, kendini her şeyin üstünde görmesi vardır. Oysa doğada her şey, iç içe geçmiş, birbirini tamamlayan, var eden bir bütündür.
Kelimelerin, dilin varlığı üzerine de sorgulamalar dikkat çeker. Bir insanın doğumuyla birlikte sosyalleşme uğraşına başlayan çevresinin yaptığıesasında bebeği doğaya, toprağa yabancı kılma girişimidir. Hayatla olan bağı sosyalleşmeyle yani dil öğrenmesiyle başlar. Belli bir anlam dairesine giren bebek, o sınırlara mahkum edilir ve kendini köklerinden koparır doğadan soyutlar. “Bebekler de öyle böyle hayvandırlar. Kulaklarına kelimeler dolmaya, onları taklit edip de konuşmaya başladıkça suları can gibi çekilir.” ( s. 33)Ahraz’da da İsrafil’ in konuşamıyor yani toplumsallaşamıyor oluşu da doğayla olan bağının kuvvetli oluşunu açıklamakta. Acımasızca yargılamak, ötelemek konusundainsanlarıbir araya getiren dildir. İletişim kuruyor olmaları birlikte hareket etmelerini sağladığından, her türlü cehaletin linçe varan tutumunu insanların kendi içinde Ahraz metni üstünden ortaya koyarken YerKuşAğı’nda insanların ötesinde daha büyük bir pencereden göreceğimiz şekilde ortaya koyar. Üstelik bunu yaparken yine ötelenen, istenmeyenin gözünden aktarır yani bitkilerin, hayvanların ve çocukların.
Çocuklar, insanlara yapılan eleştiri içindeele alınmaz. Toplumsallaşmalarını tamamlamamış, köklerini yani doğayla olan bağlarını henüz kaybetmemiş varlıklardır. YerKuşAğı’nda okurken anımsadığım eserlerden biri doğa ve çocuk ilişkisi üstüne yazılmış, Jean Jacques Rousseau’ nun“Emile” eseri. Çocuk eğitiminde doğayla iç içe olmanın önemi, doğadan kopmamanın ideal insana giden yol olduğu üzerine yazılmış bu eserde olduğu gibiYerKuşAğı’nda da yetişkinlerin doğaya olan akıl almaz tutumuna karşı mesafeli olan Moy üzerinden benzer bir yaklaşım ortaya konmuştur. Romanda bu tutum keskinşekilde ifade edilir.
Okuduğumda anımsadığım ikinci eser ise Mantıku’t-Tayr. Bu eserle olan benzerliği ise“yokyer”e yapılan yolculuk kısmıyla kurduğumu belirtmeliyim. 12. yy’ da yazılmış olan Mantıku’t-Tayr’ da kuşlar, Hüdhüd öncülüğünde padişah Simurg’u bulmak üzere zorlu bir yola çıkarlar. Yolculuk sona erdiğindeSimurg’da kendilerini görürler, aslında bu bir aynadır. Tasavvufi bir metin olan Mantıku’t-Tayr, yolculukla insanın nefsinden arınma sürecinin zorlu oluşunu, dünyevi olandan arınmasını ele alırken; yolculuk sonunda Simurg diye aradıkları kuş yerine kendilerini bulmalarını ise yaratıcı olan Allah’ın yaratılanın özünde olduğu, bir kimsenin nefsinden arındığında Allah’ı özünde, kendi içinde bulacağı düşüncesi ortaya konur. Hagrin öncülüğünde kitapta yapılan yolculukta da insanın içine işleyen kibrinden, bencilliğinden, her şeye sahip olma arzusundan kurtulması vurgusu yapılır.
Ölümün varlığından öte her canlının başka bir formda hayatını sürdürdüğünü biterken vurgulayan kitapta sınırları belirsiz bir yaban hayatının varlığını hissederiz. Sözcükleri kullanma konusunda imtina etmesine rağmenzihnimizde mavi- yeşil bir ütopya belirir. Yeşil bir dünyanın mavi sonsuz bir boşluğa dönüştüğü bir bitişle kainatahem içeriden hem çok dışarıdan bir yerden bakarken buluruz kendimizi. Anlatmaktan öte sezdirmek, hissettirmek isteyerek kaleme alınan bu metin, okurunun anlamasını zor kılmak amacıyla değil, doğanın dilsizliği, belli kalıplara hapsolmaması sebebiyle türlü manzaraları zihnimizde canlandırarak görmemizi ister. Dikkatli bir okuma gerektiren kitapta bu durum dilin sınırlı imkanları içinde başarıyla kurgulanmıştır. YerKuşAğı kısa bir anlatı olsa da yoğunluğuyla, okuyanı yoran, anlamlandırmaya iterek satırlar arasında durup dinlenme ihtiyacı ortaya çıkaran bir metin. İnsanı kendisiyle yüzleşmeye iten bir gerçekliğe sahip olsa da her detay somut bir karşılık bulmaz. Yazar romandaki varlıkları kurgularken mitolojik-hayali ögelerden de esinlenmiştir. İnsana ait gerçeklerin masalsı bir dünyayı nasıl kirletip zehirlediğinin hikayesidir. Çocuk ve hayvanların dünyasına yabancılaşan yetişkinlerin hırsları uğruna renklerini yok ettiği bir dünya resmedilmiştir.