https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Yetmiş dokuz yılının Eylül’ ünde Koçgirinin ”Kondilan”  köyünde doğmuşum. Kendimi hatırlayışım, iki yüzyıl önce tavanı is’ten simsiyah kesilmiş, büyük çam ağaçlarından özenle yapılmış toprak damda, şeker yer gibi, sedirde oluşmuş oyuktan toprak yediğim günlere dayanır.

Tavanın mı yoksa yılların isinden mi bilinmez, yüzü kararmış bir kadın, kucağına almış seviyordu beni, durmadan ağıt yakıyordu… Pepûk….

 

Sabahları şafakla kalkıyordu, yüzünü yıkarken güneşe dönüp “Ya Xizirê Kal” diye seslendirdi. Gelmeyeceğini bile bile…

Bir kulağımda ağıtlar bir yanımda bağlamanın sesi ve gurbet türküleri, ölüm türküleri, ayrılık türküleri içli içli söyleniyordu.

Geceleri ”Ösme” ne güzel masallar anlatırdı. kendimi hep masal kahramanı, kurtaran adam zanederdim…Rustemê Zal, Eba Müslim, Avdila, Siyabend û Xecê…

 

Birileri gelirdi başka kelimeler çıkardı ağızlarından başka, soğuk, ruhsuz, “Ez nizanim” , derdim “Ez nizanim”.

Bir gün bizim köyden daha büyük bir yere götürdü dedem ne kadar çok insan vardı ne kadar çoktu! Kalabalıklar, koşturanlar ve bu telaşta bir ses herkesten çok bağırıyordu.  Sonradan öğrendim bağıranın imam olduğunu, farklıydık bizim köyde kimse Allaha bağırmazdı çünkü.

Aşkla dönerler, Dem’le çalarlardı sazlarını… “Ya Xizir”

 

Sonra elektrik geldi, aydınlandı.Tv geldi. Karıncaları bizde alkışladık elimiz patlarcasına… Bruce Lee’yi de biliyorduk, Kemal Sunalı da, Cüneyt Arkını da. Ulusal video gururla sunar…

İstanbul a getirdi babam biz.  Büyüktü, çok büyük bir şehirdi. Çoktu günahları çok.Bu kadar çok suyu olan bir şehirde neden bu kadar çok günah olurdu ki.

Köprü, Vapur, Tren Gari. Kürtçe bilmeyen “Dinik bakkal”…

 

Yaz’ın bitimiydi okula gitmeliydim ama okul yoktu! Başka bir köye yürüyerek okula gidiyorduk. Anlamakta zorlandığım yine o lisan. İhbar ediliyordu, kürtçe konuştuğumuz için ve durmadan cetveller azalıyordu okulda. Buz tutan çocuk eller, cetvelle ısıtılıyordu.

Ve derken yine o koca şehir, günahları çok olan şehir. “Göçlerimize konak, umutlarımıza tabut” olan, o arabalarını sayamadığım şehir…

 

Yıl 1993: Adı zikredilerek masum insanların yakıldığı Tanrıyı sevmiyordum. O hep ölümde vardı, yaşarken yoktu, zulümde vardı ve ben artık onu hiç sevmeyecektim.

Birileri de bizi sevmiyordu. Sadece tanrı değil, insanlarda bizi sevmiyorlardı.

Bombalanmıştı yüreğimiz.

Güneş doğudan yükseliyordu ve birileri bize kendimizi hatırlatıyordu bu sese bende kulak verdim ve artık Haydar Acar’ı başka bir gözle dinliyordum. Ağıtlarını, bağlamasını. Bizi anlatıyordu, anlaşılmayan sesiyle.

Anlamaya gerek yoktu, dilinden dökülen söz değildi. Sadece duygu…

İnceden bir keman tamamlıyordu ağıtı, yitirilen, kavuşulmayan sevgiliyi, yarım kalmışlığımızı, ihanetini ağaların beylerin kendi toprağına ihanetini…

Büyüklerimizin, küçükken anlattığı o masalların masal olmadığını, o yediğim toprağın kanla sulandığını.

Anlatıyordu, üstlerine yıkıldığını o damların….

Babaannem. Pepuk… Ösme… Ağıt dolduruyordu gökyüzünü…

 

“İnsan yaşadığı yere benzer havasına suyuna yalanına benzer” bende benziyordum…

 

Bir çığlıktı artık yüreğim, Koçgiri dağlarından İstanbul varoşlarına…

 

Ötekiydik, Kürt’tük, Alevi’ydik, Koçgiri’liydik….

Karpuz kabuğundan gemiler yapmayı başarmıştım. Artık yalnız değildim binlerce insan vardı…

SEN DE VARMISIN?