https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Soyundu. Ruhsuz ve çıkarcı gözüküyordu yaşadığı şehri üzerinden aşağıya bırakırken. Çıplaklığı onu çabucak masumlaştıra dursun, gezdiği şehirlerde bıraktığı küçücük izler benim hatıralarım olmuştu. Peşinden gittim, topladım onları bir bir. Beni görmedi, konuştuğu kişi ben değildim. Nihayet söyledikleri işittiklerinden daha fazla olunca, gidecek yeri kalmamış gibi örttü üstünü, oturdu kaldı soğuk bir taşın üzerine. Yanına gelsem rahatça dokunabilirdim tenine çünkü beni hala göremiyordu. İkimiz de sessizdik. Yaklaştı nefesim. Belki de ilk defa cümle kurmaya bu kadar isteksizdim. Gözlerim atandıkları yeni görevi gönülsüzce ifa ederken, tecrübesiz olduklarını hiç belli etmemişlerdi. Zaman saydamdı. Saatlerin içinden kolayca geçip, dilediğim kadar ulaşabilmiştim ona. Sonraben onu biriktirdim, o iseteker teker şehirleri terk etti. Çok istediğim şeyin, benim olmasından daha önemli bir haliyle tanışmıştım artık.Kirli yüzümün içerisinde kaybolmasını diledim bir an. Bana bakan herkes onu görmeliydi, ben ise ona ulaşmak için koşa koşa aynanın karşısına geçmeliydim. Olmadı. Kolaylık zorluk meselesi değildi, bizimkisi sadece beceriksizlikti. Her şeyi deneyip, sevişmeyi hiç mi hiç becerememiştik biz. Bu, olanları unutmaktan çok ama çok daha beterdi.

Bir şehri, o şehrin birleştirdiği insanları ve sonra o insanların pencere misali kapanıp açılan yüzlerini gösteriyor bize “İstanbul Kırmızısı.” Filmin konusunu kabaca anlatmak, eşsiz dokusuna yapılmış büyük bir haksızlık olur.FerzanÖzpetek, insan psikolojisinin derinliklerine inmeyi, bazen tamamlanmayı bekleyen bulmaca boşlukları bırakarak, bazense eşsiz bir görsellikle uyum sağlamış, birbirinden başarılı müziklerle doldurduğu sahneleri kullanarak başarıyor. Önceki filmlerinde yer verdiği bazı kırılgan konuların üzerinden tekrar ve bastırarak geçmesi, kurguyu zayıflatmıyor ama akılda o detayların klişeleşmeye başladığına dair soru işaretleri uyandırmıyor değil. Bu da filmi yumuşak karnı. Ancak onun dışında, tatlı bir rüyada uyanıp, kısa zamanda kaybolup gideceğiniz ve hangi kahramanın peşinden gitsem diye bocalayacağınız bir film sizleri bekliyor. Konu tempolu gelişiyor fakat karakterler oldukça durağan ve derinlikli. O yüzden iki tezat unsur, sıkılmanızı engelliyor. Ama burada olaylardan ziyade, şapka çıkartılacak performansların hayat verdiği karakterlere eğilmeli izleyici. Zira gördüklerimizin hemen arkasında, kopkoyu ve upuzun gölgeler vaat ediyor her biri.

Geçmişinin üstesinden gelmeye çalışan bir adam için İstanbul’a dönmek, her şeyi ezberinde capcanlı bir şekilde tuttuğunu görmezden gelmeye ara vermek gibi. Sonra karşılaştığı yeni yüzler, hayatlar ve okuduğu romanın aynadaki yansıması, onu iki duygu arasında bırakıyor. Gerçeği ertelemek ve sevimli kılmak için yalan söylemek ile yalanların derisinin altında yatan o çirkinliği tekrar görünür hale getirmek için, hızlıca makyajını silmek. Sonuçta ayna da, eliyle dokunabildiği yüzü de gayet gerçek ama her ikisine de inanmak, insana çok pahalı bedeller ödetebilir bazen. Göze alacağı şeyin sınırlarına karar vermek, tamamen adamın becerisi.

Diğer tarafta hiç dokunulmamış tatlar tazeliğini koruyor başka bir adam için. Hayatta en çok sevdiği şeyin yağlı boya bir tablodan ibaret olduğunun farkında adam. Ona deliler gibi aşık ama yapabileceği tek şey, seyrettiği tabloyu tarif eder gibi, aşkını en ince çizgilerine varıncaya kadar anlatmak. Hayır, konuşunca iyi falan olmuyor. Sadece sevdiği şeyin resmini unutmuyor ve unutmadıkça, ona daha fazla inanıyor. Adam için kendine doğru giden, kusursuz bir yol bu. Orada kalıp, yıllarca ölüm sessizliğine bürünebilir. Ve ne yazık ki mutluluğun ücretini ödeyecek kadar zengin de değil.

Bir başkası için, İstanbul da farklı, hayatını kuşatan umutsuzluklar da. Konuşsa, bildik satırların dışına çıksa ne söyler diye düşünüyorum film boyunca. Sonra önümde duran kağıda not alıyorum aklıma gelenleri: “Onun evinde, yani bir yabancının, ismimi düşürdüm. Kayboldu o seslenmeyince, ben de unuttum. Zaman duvarda, özlem onlarca şehrin arkasında kaldı. Birisi sevdadan bahsedince, seni kendime sıfat yaparak aşkı ona anlatmam, beni de yabancı yapmaz mı? Onun evinde, ona rağmen, birisini sevdim ben. O birisi, sen oldu, senin sayende ben de biz oldum. Hangi şehirdeysen, o şehri özledim. Hem de çok. Seni sevdiğim kadar hiçbir şeyi sevmedim. Ama birisinin evindeki en yabancı kişi bendim.”

Her karakter için ayrı bir doku var. İsimlerini boş bırakmaya devam ediyorum ve bir diğerinin dudaklarından işittiklerimi değil, gözlerinden okuduklarımı karıştırıyorum satırlarıma şimdi: “Bir şey vardı eksik olan, yarım bırakılmış ikimiz arasında. Görülmez, duyulmaz, adı konulamaz. Öylece sıkışıp kalmış dudaklarında, nefesinle dışarı çıktı sanıp, aradım. Gökyüzüne karıştım. Bir şey vardı fazla geldi. Belki yağmurda döküldüm, bulutlardan aşağı. Belki bir rüzgarın kısık sesi oldum, yanağından okşadım. Pencereni kapatmadan odana sızdım. Bu, aşktan da sevgiden de büyük bir şeydi.”

 

Güçlü oyuncu kadrosu, birbirinden zor karakterlerin rahatça nefes alıp vermesini, hatta aramızda dolaşmasını sağlamış. Buram buramFerzanÖzpetek ruhu kokan film, en az iki defa seyredilecek cinsten. Ben üç defa izledim, doyamadım. Müzikleriyse başlı başına bir lezzet. Umarım siz de seversiniz. İyi seyirler.