Kimi yazarların yaşadığı dönemde farkına varamamış olmak,gücü elinde bulunduran anlayışın yön verme arzusunun edebiyatta da cılız sesleri duymazdan geldiği dönemler olduğunu ortaya koyuyor. Her dönemin toplumsal şartları farklı bir etki altında kalmamıza neden olup bakış açımızı belirliyor şüphesiz. Edebiyat dünyası da bu etkiler altında yol alıyor haliyle. Yazarların büyük bir kısmı, günün şartlarından etkilenerek kendilerini bunaltan, davranışlarına yön veren bütün kişi ve kurumlara da kurgu evreni içinde kafa tutma ayrıcalığına sahip oluyorlar. Bu kafa tutuş alışıldığın dışındaysa tutunmanız güç bir hâl alabiliyor. Oğuz Atay bu ‘öteki’ ye en iyi örneklerden. Geçenlerde Oğuz Atay ve metinleri üzerine derin analizlerin yapıldığı bir etkinliği takip ederken üzerine yeniden düşünme fırsatı buldum bu ‘başka, öteki’ olma meselesinin. Kurguladığı her karakterin toplumun dışına olan yolculuğunu, bu ayrışmanın hangi aşamaları geçtiğini bütün içsel süreçleriyle, alışılmadık yöntemlerle ortaya koyan yazar da başta belirttiğim gibi yaşadığı dönemde okurun ilgisinden mahrum kalan yazarlardan. Etkinlikte Prof. Mustafa Apaydın’ın, Oğuz Atay günümüzde popüler olsa dahi kolaylıkla tüketilemiyor olması edebi dehasındandır, şeklindeki ifadesi Oğuz Atay’ın kıymetini tek bir cümleyle ortaya koymakta. Ne tesadüftür ki aynı günlerde öykülerini okuduğum yazar Selçuk Baran da benzer bir kadere sahip. Öykülerini kaleme aldığı yıllarda gereken ilgiyi görememiş, Oğuz Atay’ın “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?” seslenişi Selçuk Baran’da da benzer bir ifadeye bürünmüş. Okurdan ilgi görmediğini düşünerek yazmaktan uzaklaştığı zamanları bile olmuş. İlk öykülerini Oğuz Atay ile aynı dönemde veren Selçuk Baran’da bireyin yalnızlığı, bunalımları, iç dünyasına yönelmesi Oğuz Atay’da olduğu gibi metaforik anlamlarla örülü olsa da Oğuz Atay’da görülen ironi, Selçuk Baran’da görülmez.
Gazete Kadıköy’deki 2 Temmuz 2020 tarihli yazısında Selçuk Baran’ dan söz ederken “(…)bu yazıda “kapanmadan” çok kısa bir süre önce yayımlanan, bu nedenle de gözlerden kaçtığını, hak ettiği ilgiyi görmediğini düşündüğüm bir kitaptan söz etmek istiyorum. Selçuk Baran’ın ‘Türkân Hanım’ın Ölümü’ nden. ” şeklinde giriş yapar Behçet Çelik. Selçuk Baran’ı fark etmemi sağlayan yazısı sonrası kitapları okunacaklar arasında yerini alır.Geç de olsa hakkının teslim edilmesi gerektiği düşündüğümden ötürü bu yazımın seçilmişi Selçuk Baran’dır.
Selçuk Baran öykülerinde toplum- birey çatışması ön planda. Şehrin; kalabalık, boğucu, bitmek bilmeyen koşturmacası, samimiyetsiz ilişkiler üzerine kurulu olan bir denge tahtasında dengeleri bozmadan yaşamak zorunda bırakmasından kaçmak isteyen özgür ruhları kurguladığı karakterler üzerinedir çoğu öyküsü. Fakat bu kahramanlardan kiminin çıkmazı bu kaçış sonrası şehirdeki hırsları ve kaygılarına yenik düşerek soluğu şehirde almasıdır. Şehir hayatından uzaklaşabilme ihtimaliyle şehri bırakamama imkânsızlığı arasındaki dengede ileri geri gidişler yaşayan insanlardır bunlar. Bunun ötesinde kadın karakterler öykülerinde ön plandadır. Yazar, öykülerinde toplumdan, insanların ikiyüzlü oluşundan, acımasızlığından, faydacılığından sıyrılmaya çalıştığı, intikam aldığı kadın karakterler üzerinden okuyucuyu sarsar. Bu kadınlar kendi özel hayatından da izler taşır.
1984 yılında baskısı yapılan “Kış Yolculuğu” kitabındaki ilk öykü olan “Türkân Hanım’ın Ölümü”hikayesinde Türkân’ı tanıkların ifadesi, onu tanıyan insanların yargılarıyla tanırız. Öğretmeninin gözünde çocukluğundan beri asi bir kız, kafa tutan bir kızdır. Türkân’ın hayatını etkileyen bir detayı, Tarık’ı öğretmenin anlatımından okuruz. Tarık’ın zengin bir kızla nişanlanması ve ayrılmaları sonrası Türkân, karşısına çıkan Sermet Muhtar Zaralı’yla evlenir. Ne iş yaptığı bilinmeyen bu adam, biçimsiz bir görünüşe sahiptir. Küçük oğulları beş yaşına geldiğinde boşanırlar. Tarık’ta yaşadığı hayal kırıklığı sonrası Türkân’ın hayattan beklentisi kalmadığı ve ailesi, çevresinin lafından bunaldığı için böyle bir evliliğe yanaştığı ortadadır. Çevrenin bir kadında el birliğiyle yarattığı dönüşüm ve intiharına giden süreç ortaya konur. İkinci evliliği sonrası varlıklı bir yaşam sürmeye başlar ve evinde düzenlediği yemeklerle adından söz ettirir. Yemeklere konuk olarak katılan insanların ise bir ölüm hikâyesine sahip olmaları gerekir. Çünkü Türkân Hanım’a göre haklı olmalarına tek neden ölümdür. İnsanların başkalarının hayatlarını altüst etmeleri, umursamazca davranarak başka bir insanı hayattan koparmalarını anlayabilmenin yolu olarak görür ölümü.“(…) insanları haklı çıkaran tek bir durum saptadım: ölüm. İnsanlar öldüklerine, ölüp gittiklerine göre haklı olmalıydılar. Bu yüzden ölümlerine ilgi gösterdim: Aptallıklarını, kıyıcılıklarını, adam sendeciliklerini, cimriliklerini aklayan tek özürlerine sen anlayacağın..”Altuğ’la ilişkisi sırasında izledikleri bir film Türkân Hanım’ın aşamadığı bütün çıkmazları yeniden gündeme getirir ve intiharla son bulur. Aynı zamanda Devlet Tiyatrosunda oyun olarak sahnelenen öykünün sonunda Gülten öyküye dâhil olur. Fahir Paşa ile diyalogu kuşaklar arası başkalığın resmidir. Türkân Hanım’la benzer bunalımları yaşayan, ilk kez onu anlayabilen biri olarak hayatını verimsiz yaşayan bir kadının ölüm düşüncesiyle oyalandığını ifade eder. Fahir Paşa topluma uyum sağlamanın, başkalarının yer aldığı hayatın savunucusu olurken, Gülten bireyin istek ve arzularının ön plana çıktığı, insanın kendini keşfinin savunucusu olmuştur. Türkân Hanım ise bu ikilemde arafta kalan ve zayi olmuş bir hayatın temsilidir.
Novella sayılabilecek bir diğer kitabı ise yine 1984 yılında çıkan Tortu’dur. Beş öyküden oluşmuş büyük bir öyküdür Tortu. George Orwell’ın distopyalarını çağrıştıran bir anlatım vardır. Köyündeki yoksul ama özgür hayatından, şehirdeki planlı, kısıtlı bir hayatın içine dâhil olan Halim’in hikâyesidir anlatılan. Köydeki samimi, çıkarsız ilişkileri Halim’in ablasının evliliği üzerinden aktaran yazar, şehirdeki baskıyı, sınırlara mahkûm edilmiş hayatı, tekdüzeliği Arif Hikmet Bey’in ve konağındaki yaşamın üzerinden anlatır. Kapitalizm, kentleşme, sermaye, kâr gibi kavramların hayatı kuşatması Zekiye’nin ağzından eleştirilir. Tortu’nun kafa tutanı ise Zekiye’dir. Ailesine rağmen eleştirir ve Türkân Hanım’ daki kurguya benzeyen bir aşk hikâyesi bu hikâyede de vardır. Zekiye de sevdiği genç tarafından yarı yolda bırakılır ve Halim, Zekiye’ye olan sevgisiyle onu yalnız bırakmaz. Her şeye sırt çevirerek kimsenin bilmediği bir yerde yeni bir hayata başlarlar.
1989 yılında basılan “Yelkovan Yokuşu” kitabında ise bu bağlamda ele almak istediğim öykü “Bozacıda”dır. Öykümüzün kahramanı Feride. On dört yaşında olan bu küçük kızı, Zekiye ve Türkân Hanım’ın yolun başındaki halleri olarak görmek mümkün. Feride’yi okurken Latife Tekin’in “Sevgili Arsız Ölüm”ündeki Dirmit’i anımsadığımı da belirtmeliyim. Evde anne ve babası tarafından hor görülen, umursanmayan bir kız çocuğudur Feride. Üstelik okulda da öğretmeninden benzer bir yaklaşım görür ve bunun farkındadır. Ve bütün masumluğuyla bozacıya girip boza içmenin hayalini kurar. Toplumsal kuralların korkusuyla tedirgin olsa da her zaman önünden geçtiği bozacıya oturma cesaretini doğum gününde gösterir. Ve oturduğu masanın karşısındaki orta yaşlı adamla diyalog kurarak, ısmarlamasıyla boza içmeyi başarır. Feride’nin toplumun, annesinin dayattığı kuralları yok sayarak tanımadığı bir adamla, Reşit’le, konuşması ve bozacıya Reşit’i görmek için sonrasında da uğramaya devam etmesi anlaşılmayan, yalnız bırakılmış bir kızın yalnızlığından kurtulma girişimidir.
Selçuk Baran, Türk öykücülüğü denildiğinde adından söz edilmesi gereken yazarlardan biri olmayı hak ediyor şüphesiz. Öykülerinde toplumsal değişimin insan ahlakı üzerinde yarattığı tahribatı gözler önüne sererken yarattığı kadın karakterlerle de dikkat çekiyor. Tomris Uyar’ın da Aralık 1999 tarihindeki Virgül’ün 25. sayısında söylediği gibi öyküleri incelenmeyi çoktan hak etmiş bir yazar, Selçuk Baran.