https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Bir ev. Etrafındaki milyonlarca evden farksız. Pencere kenarında kuş yuvası bile yok. Geçen yıl solan çiçeklerin saksısını da lodos indirdi aşağıya yağmursuz bir günde. Güneşin doğusuyla başlayan uğultunun batışıyla sonlanmadığı kentin ortasında kimliksiz ev. Ruhsuz ev. Gürültülü ev. Boyası dökülen ev. Bacası tıkanan. Ve huzursuz ev. Peşine taktığı dünyanın magmasını kuruttuğundan beri akbabaların dikizlediği balkonda asılan elbiselerden sarkan duyguların mezarı ev. Sen yıkıl. Belki ölülerin rahat eder.

*

Sabahın körü. Yağsız kapı açıldı. Gıcırdamaya ayak sesleri eşlik etti. Merdivene yöneldi ses. İsteksizce indi. Sokakta çöpü karıştıran kediye baktı bir süre. Kedi de ona. Bir an sürdü bakışma. Kedinin karnı açtı, çöpe yöneldi. Ses de yoluna. Yokuştan yukarı çıkmaya başladı. Nefesini yetirmeye çalıştı yukarıya. Zorlandı. Kesikleşti. Durdu. Duruldu. Devam edebildi. Durağa vardığında bekleyenlerin arasındaki boşluklardan birine girdi. Sigarasını gazlı çakmağıyla yaktı. Yanaklarını sonuna kadar zorlayarak çekti içine. Çökük avurtlar daha da çöktü yudumlamada. Başını kaldırmadı bekleme boyunca. Asfaltı izledi. Karalığını. Kokusunu. O anda gözüne bir karınca ilişti. Karınca, nereden getirdiğini bilmediği bir çekirdek kabuğunu nereye götüreceğini bilmenin aceleciliğiyle. Önüne çıkan taşçıktan sendeledi. Kabuk devrildi. Kısa sürdü bu. Yoluna devam etti. Derken durakta bir hareketlenme başladı. Mor bir ayakkabının gölgesi belirdi karıncanın gövdesinde. Gölge bedene dönüştü. Karınca ölüye. Kabuk çöpe. Gözler takipte kaldı ölüde. Dondu an. Bir an… Araba hareketlenecekti. Yetişmeliydi. Yetişti. Arabada boş koltuk buldu, oturdu. Havasız kaldı. Cama dayadı başını. Dışarıdaki milyonlarca insanı, binlerce binayı, yüzlerce sokağı görmezden geldi. Aklı karıncadaydı. Ayaklardaydı. Mor ayakkabı. Karınca ölüsü. Çöp. Yok oluş… Kopuş… Durak uyarıcı anonsu ayağa kaldırttı onu. Düğmeye bastı. Foşş. Ayakları yere değdi. Ayaklar. Mor ayakkabı. Karınca. Durağın tersine yürüdü. Uzun sürmedi atölyeye varması. Erkencilere seslendi. Çay istedi. Simit almamıştı. İştahı kaçmıştı karıncayla. Makinesini açtı. Ayarladı. Demiri demire değdirdi. Keskin bir tizlik kapladı kulağını. Oradan beynine… Beyninden diline… Küfür savurdu. Demir, demiri sıyırdı. Toparlandı. Dikkatini verdi işine. Karıncayı unutmaya çalıştı. Unuttu. Unutturuldu. Öğle arasına kadar iyi iş çıkardı. İstiflediği borulara baktı. Pürüzsüz ve parlak… Sera sulamasında kullanılıyordu bunlar. Bir keresinde montajcılarla gitmişti oraya. Örümcek ağı gibi döşenen borulardan su bırakıldıktan sonra seranın içi suya boğuluyordu. Sera… Kapalı dünya… Şeffaf ve sıcak… Toprağı dolduran su yuvalardaki karıncaların su yüzünü çıkmalarına neden oluyordu. Boğulmamışlardı karıncalar. Sevinmişti buna. Mor ayakkabı… Çöp… Çöpçü…

Paydos zilinden önce işini bitirmişti. Samsun 216 sigarasının son nefesini çekti. İzmarite dayanmıştı artık. Boruların arasına attı. Makinelerin şartelleri indirildi. Atölye kendini dinledi. Uğultusunu yuttu. Kafaların içi rahatladı.  Çıkışa yöneldi. Her şey kokan havayı soludu. Elini ceplerine gömüp yürümeye başladı durağa. Vardı. Direğe yaslandı. Gecikti arabanın gelmesi. Trafik sıkışmıştı. Kırmızı farlar… Işık… Fosfor… Magma… Gözleri kaymaya başladı uykuya. Sızdı da. İrkildi yolcu kartının sesiyle. Gözleri büyüdü. Arabaya yöneldi. Tıkış tıkıştı. Arkalara gidemedi. Durdu. Araba hareket etti. Açık kapıdan serin hava vurdu yüzüne. Fırsat… Koltuk yok. Hava var. Hava yok. Koltuk var. Karınca… Mor… Sera…

Kendi durağından sonraki durakta indi. Yürümek için… Mahallesine baktı. Güneş. Batık. Sokak lambaları, çanak antenler, bacalar, balkondaki elbiseler, çocuk sesleri, uğultu… Yorgun… Orta adımlarla yöneldi evine. Aşağıya… İndikçe nem arttı. Dar boğaz… Apartmanına vardı, merdivenleri çıktı. Zili çaldı. Kapı açıldı. Başkası yok. Kapı. Üstünü değiştirmeyi sonraya bıraktı. Yüzünü yıkamayı değil. Banyoya gitti. Su kokuyordu. İçilememesini kabullenmişti, kokmasına bozuldu. Islanan saç diplerine kadar kuruttu yüzünü. Aynaya bakmadı. Yüz aynı yüzdü. Ayna aynı ayna… Su değil. Lağım… Leş. İzmarit… Metal… Sera… Karınca…

Mutfak masasına konulan yemeğe baktı. Esmer halk ekmeği, turşu, bulgur, su… Kokuyor. Yemedi. Balkona çıktı. Yukarıya baktı. Kümelenmiş evler. Erimişik… Yığın… Kümes… Tavuk… Civciv… Buğday… Çekirdek… Çöpçü… İçeri döndü. Yatak odasına. Üstü, hala üstünde. Uzandı. Sızmak istedi. Sızdı. Anlar geçti anlardan. Birbiri ardına… Mor bir ayakkabı gördü. Peşine takıldı. Mermer merdivenler… Tırabzanlar pahalı… Hoş koku… Ceviz kapı… Ferahlık… Su… Berrak ve serin… Balkon önü ağaç, yeşil… Sera yok. Dingin… Küllük… Yarıda söndürülmüş sigara. Pahalı. Elbiseler ince kesim, şık… Hizmetçiler karınca gibi… Çalışkan, atik… Ayçiçeği… Etraf temiz… Çöp yok. Mor ayakkabılar rafta… Dokunuyor onlara. Kadifemsi… Rahat… Numarasız… Eline aldı. Hafif… Çevirdi. Altı beyaz… Bir şey yapışık… Petekli bir göz… Bakıyor. Canlı… Karınca gözü… Anlar, anlardan koptu. Yastıktan sıçradı. Yatağa oturdu. Rüya… Pencere kapalı… Sıcak… Magma… Koku… Ölü kokusu… Karınca… Mor ayakkabı… Odadan çıktı. Balkona… Gece 03.17… Hava tutuk. Kararsız… Karşı çatıda bir baykuş… Uyanık… Göz göze geldiler. Ses yok. Küfürler içten. Karıncayı hatırladı. Sonra rüyayı… Kimdi karınca? Kabuk geldi sonra aklına. Çöpçü görseydi kızar mıydı karıncaya. O benim rızkım, der miydi? Sonra mor ayakkabı… Katil…

Kısa bir an… Bir boşluk… Serinlik… Rahatlama….. Hafiflik. Bir şey var asfaltta… Kırmızı ve katı… Magma… Mor ayakkabı yok. Demir yok. Sera yok. Samsun 216… Beden yerde… Ölü… Ayçiçeği… Hem koltuk var hem hava. Sabaha çok var. Çöpçü gelmez şimdi. Asfalt bedava… Hava bedava… Gökyüzü bedava… Su bedava… Ölüm bedava… Mor ayakkabı pahalı… Karınca… Ölü… Gece. 03.18… Minare hoparlörü… Cızırtı… Ezan… Baykuş havalandı. Elbiseler balkonda sallanıyor. Kedi çöpte…