Dünya bir anda dönmeyi bıraktı. Leyla,çarpa çarpa geçip gittiği bütün dar sokaklardan sonra içini ferahlatan deniz kenarına kendini atmıştı. Serin bir sonbaharın akşamüstüydü, hırçın dalgalar koyu yeşil gözleriyle buluşuyor, adeta mavi yeşil bir serüveni yaşatıyordu. Bir tufan misali dalgalar yüzüne çarpıyor,gözündeki yaşlarla karışıp ruhunu da dalgalandırıyordu. Bu deniz kenarında dinlenip uzaklara, derinlere daldırdığı bakışında her şeyi ama her şeyi denize bırakacaktı. Göğsüne oturan sert taşları bir bir denize atacaktı. Unutmak istediği her şeyi… Her zaman öyle yapardı. Bir deniz kıyısı bulup yüreğinin derin sızısını denizin derin sızısına dönüştürür ve öyle huzur bulmaya çalışırdı. Şimdi ise onu tamamıyla bütün hatıralarıyla denize atıp kalbinin kırıklarını unutacaktı. Evden nasıl çıktığını, nasıl bir andakendini burada bulduğunu bilmiyordu. Yıkıcı bir fırtınadan çıkmış bir sakinlik vardı yüreğinin denizinde…Elinde kurumuş kırmızı bir ıslaklık vardı ve burnunda duyduğu bilmediği ekşimsi bir koku.İçinde yangınlar çıkmış ama bir anda sönmüştü sanki. Buram buram tüten bir intikam duygusu yanıp geçmiş gibiydi. Bir an durdu, düşündü. Bu denizkenarına neden gelmişti? Bu sebepsiz fırtınayla neden savruluyordu?Unuttu…Ufkun ince çizgisine bakarak hatırlamaya çalıştı.Hatırlayamadı.
Dipsiz bir uçurumdan atlamış ama havada asılı kalmış gibi boşlukta hissetti kendini. Bitmeyen bir düşüştü bu. Bütün anıları yanından geçip gidiyor, o hızla düşüyordu. Yaptığı onca diyetten sonra incecik kalmıştı, o yüzden yere bir türlü ulaşmıyorum, diye düşündü. Sürekli değiştirdiği saçları şimdi nasıldı? Hatırladı, en son kısa ve sarıydı. Ne kadar çok uğraşmıştı kendiyle… Her şey sonunda bu bitmeyen düşüş için miydi? Aklı gitgide daha da karıştı ve bir an önce kendine gelmeye, olanları hatırlamaya çalıştı.
Filiz’i aramayı düşündü. Ne zaman başı sıkışsa ya da canısıkılsabütün kötü zamanlarında ve hatta iyi zamanlarında çok sevdiği ve güvendiği dostu Filiz’i arardı…Filiz ince bedenine hemen bir elbise geçirir, uzun siyah saçlarını aceleyle toplar, aynada kısaca yüzüne bakar, belki ince dudaklarına açık kırmızı bir ruj sürer, o neredeyse atlar yanına gelirdi. Zaten evleri yakındı, beş dakika sürmezdi Leyla’nın yanına gelip onu bulunduğu durumdan kurtarması. Telefonu çıkardı aradı ama kimse açmadı.
Tahsin’i aramayı düşündü. Sadece hayat arkadaşı olduğu için onu araması gerektiğini düşündü. Hiçbir şey anlatmasa da sadece sesini duyması bazen yeterdi. Bedeni gibi, sesi de oldukça heybetliydi. Pek bir şey söylemese de, o herşeyi düzenler veiçini her zaman rahatlatırdı. Onunla konuşursa neler olup bittiğini hatırlar ve ne yapacağını bilirdi. Tahsin yine onu azarlasa da buna razıydı. Artık bu düşüş bitmeliydi. Telefonunu çıkardı aradı ama kimse açmadı.
Cevapsız aramalardan sonra derin bir nefes aldı. Nehir’i düşündü, kızını. Saatine baktı. Okuldan gelmek üzereydi. Hemen eve gitmeliydi. Onu her zamanki gibi yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle karşılayıp sarılarak her şeyin harika olduğunu bir kez daha kanıtlamaya çalışacaktı. Hayat öyleydi aslında, mutlu olmak için bir şey beklemeden öylece yaşanmalıydı. Kızına hep, “Mutsuz olduğunu düşünmezsen mutsuz olmazsın” derdi. Nehir artık onu anlayacak yaştaydı.Denizin dalgalarıyla birlikte sessiz bir fırtınada gibi sertrüzgârlar yüzüne vuruyorken aslında aklından geçen hayatının tüm incelikleri yüzüne çarpıyor, onu dipsiz uçurumlara atıyordu.
Her şeyi hatta neyi unuttuğunu da unutup bir an önce eve gitmeliydi. Eve dönerken yolda yine kocasını aradı. Ama ulaşamadı, telefonu açmıyordu. Yolda olduğunu düşündü çünkü o da eve gelmek üzereydi. İşlerinden aynı zamanlarda eve geliyorlardı. Leyla daha erken çıkıp Nehir’i evde karşılıyordu. Tahsin de hemen arkalarından giriyor ama anne kız yeterli konuşma fırsatı buluyordu. Tahsin gelince evde bir sessizlik oluyordu. Çünkü Tahsin de sessizdi ve sessizliği seviyordu. Olur olmaz konuşmalara pek tahammülü yoktu. Onlarda susardı; ama hayat böyleydi ne zaman her şey yolundaydı ki?Buna da şükür diyerek hayatına devam ediyordu hepsi. Kadınların kaderi hep şükretmekti.
Eve geldiğinde kapı acıktı. Nehir’in gelmesine dakikalar kalmıştı. Acaba Tahsin ondan önce mi gelmişti? Diye düşündü. Korkarak girdi içeri seslendi. Hiç ses yoktu. Sessizliğe uzun uzun baktı. Yatak odasının kapısına geldi. Orada öylece kaldı. Aynı yerinde. Aslında hep oradaydı. Hatırladı. Hiç deniz kenarına gitmemişti. Hatırladı. Hiç o dipsiz uçuruma düşmemişti. Hatırladı. Her şey ruhunun yaralarındaki düşlerden ibaretti. Hatırladı.
Daha sabah değiştirdiği beyaz mis kokulu çarşaflardaki kıpkırmızı kanların resmine baktı. Ve yerde yatan bu kanlarınsahiplerine. Yirmi yıllık kocası, hayat arkadaşı, çocuğunun babası Tahsin ve çocuk gülüşlerinden bu yana yanında gülümsemeyi eksik etmediği canı arkadaşı Filiz yarı çıplak bedenleriyle yerde yatıyorlardı.
Tahsin’in neden aldığını bir türlü anlayamadığı salondaki çekmecede duran küçük siyah tabancasını o gün kendisinin kullanılacağını asla tahmin edemezdi.
Leyla, ateşlenen tabancanın sesine gelen polislerin siren sesiyle, gittiği deniz kenarının, düştüğü uçurumun girdiği şokun etkisiyle gördüğü düşte olduğunu anladı. Unutmak istediklerini, gözünün önünde kanlar içinde yatarken gördü. Elinde baktı. Siyah ağır bir tabancaya geçmiş kızarmış parmaklarını gördü, suçlu parmaklarını…
Tek duyduğu ses, aşağıdan gelen kızı Nehir’in çığlıklarıydı. Nehir bağırdı, Leyla sustu. Bir daha konuşmadı. Artık konuşacak bir şeyi kalmamıştı hayatla… İnsanlarla da… Nehayatane insanlara güvenemedi bir daha… Geri kalan hayatını akıl hastanesinde geçirdi.Arada bir Nehir’in çığlıkları geldi kulağına, utandı, daha çok sustu. Unuttuyine ve hep denize gitmek istedi. Bazen gitti, ama yine sadece düşünde…