https://www.yazi-yorum.net/wp-content/uploads/2020/06/hakkimizda.jpg

Kocasının avluya girişini eskimiş demir kapının hızla çarpılmasından anladı. Ne kadar zamandır bu kanepede oturuyordu. Bilemedi. Zamanın acı yükünden kamburlaşan sırtını dikleştirdi. Kaç gündür uykularını bölen, kendisini keskin yüzlü bir rüzgârın burgacıyla oradan oraya sürükleyen düşüncelerinden sıyrılıp, kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında kocası iyi kötü hiçbir şey demedi, yalnızca merhamet ve bezginlik karışımı bir bakış yöneltti karısına. Niyeyse çoktandır susmayı adet edinmişti. Önceleri de çok konuşmayı sevmezdi ya bu olayın üstüne gelmesi kalbine dert oldu. Kocasının yüzüne baktı, düşüncelerini okumaya çalıştı. Beceremedi. Olabilecek her şeyden korkuyordu. Bütün derdi, hatıra ağacının dibine gömdüğü, üzerini eskimiş yapraklarla kapattığı,  zaman zaman aklına geldiğinde onu bir uçurum kenarında bekleten, verilmiş bir kararın bütün ömrünü kayıp bir boşlukta teslim alma hikâyesiydi.

Bu hikâyenin gelip yirmi yıl sonra onu bulması, kabuğu kalınlaşan bir yarayı yeniden inceltip kanatıyor, geçmişin bulanık görüntüleri duygularıyla bütünleşip belirginleşiyor, kadının merak ve utanç duygularını birbirine doluyordu. Yaşamın yükü, acıları neyse neydi de bu acıtan gerçeklik onu bunaltıp sonsuz bir karanlığa sürüklüyordu.

Kocası, ne yapacağını nereye gideceğini bilenlerin kararlılığıyla direkt yüklüğün olduğu, karısıyla birlikte uyudukları odaya girdi. Elini yüklüğün en altındaki yorganın arasına sokup, hayli zamandır orada durmaktan soğukluğunu yitirip ılıyan makineyi aldı, beline taktı. Ne olur ne olmazdı. Her gün gazetelerde türlü türlü şey okuyorlardı. Gerçi bir şey olacağına ihtimal vermiyordu ama yine de ihtiyatlı olmak iyiydi.  Oradan aldığı belli olmasın diye yüklüğün sağını solunu düzeltti, üzerine belindeki şişkinliği örtecek bir hırka geçirdi. Biraz önce olmama ihtimali üzerindeki iyimserliğini unutup gözlerindeki asabi kırmızılıkla söylendi, “hele bir kalkışsın…”

Kocası uyudukları odaya girdiğinden beri kalbinde binlerce toplu iğne… Dönüp dönüp yirmi yıl öncesine, o kararı verdiği güne varıyor: kendisini bir günahın ve suçluluk duygusunun burgacında boğulurken bulunca, “Bir an önce çıksa” diyor,  “şu odadan çıksa da gitsek. Ne olacaksa olsun!” Kararlılığının uçucu bir şey olduğunu hissedip, utanıyor.

Hâlbuki ne kadar unutmak istese de yaşadığı karabasan bugün gibi aklında. Yetiştirme yurdunun soğuk koridorlarında itilip kakılmış bir çocukluktan sonra, düşlerle örülü bir yaşam biçmek istiyor kendisine. Yaşamının üzerinde eğreti duracağını bilmeden,  genç kızlık masumiyetiyle alıyor makası eline. Ölçüyor biçiyor, kesiyor dikiyor. Düşlerini onduracağını zannettiği bir başka düşü teyelliyor ömrüne. Fakat olmuyor. Üzerine teyellediği şey eksik bırakıyor onu. Hani o eksik bırakana kadar da olan olmuş oluyor. Elinde bir düş meyvesiyle orta yerde kalakalıyor. Sonrası yine itilmeler, kakılmalar arasında bir dolu düş bozuğu gece. Kararını veresiye kadar çalmadığı kapı bırakmıyor. Kendisini o karanlıktan döndürecek tek bir kimseye rastlayamıyor. Çaresizliğinin en kırılgan yerinde gecenin zifirine yeniliyor.

Elinde tutunacağı hiçbir şey ve kimseler kalmayınca, ne yaptığını, nereye gittiğini bilmeden bir gölge kırığı gibi hayatın kıyısından kıyısından yürüyor. Ta ki günbegün çekiştiği, kavgasız günlerinin olmadığı kocasıyla tanışana kadar. Her ne kadar anlaşamaz gözükse de seviyor ve güveniyor.  Durmadan didiştiği bu adam kimsesiz hayatında sarınabileceği yegâne gölgeymiş gibi geliyor. Sonrası uzun bir hayat gailesi. O uzun gailenin içinde de hep eksik, yarım duruyor. Yarımlığı, durmadan yüreğindeki boşluğu sızlatırken hep susuyor.

Olmamıştı. Ondan sonra ne yaptılarsa olduramamış: ikisinin yoksunluğunu dolduracak bir nefesi, sessizlikle sınanan yaşamlarına sokamamışlardı. Neden sonra kocası onun mahzunluğunu ve uzun uzun susmalarını yalnızlığına yormuş, gitmiş bulup buluşturmuştu. Bir akşam sarışın, apak bir nefes verivermişti kucağına. O nefes de kadının kayıp ağrısıyla birlikte büyümüş, ılık bir rüzgâr gibi yaşamlarının merkezine esmişti. Ya o duysa ne diyecekti? Nasıl anlatacaklardı bu durumu? Bin bir emekle inşa ettikleri her şey tuzla buz mu olacaktı?   Her şeye karşın yaşamayı ve zor bela kurduğu bu düzenin devam etmesini diliyorken: hayata, tek ayağı incinmiş bir kuşun dala tutunduğu gibi tutunuyor, dengesini her yitirişinde, o ılık rüzgârın varlığıyla yeniden buluyordu.

Odadan çıkıp kanepede oturan karısına bakınca,  kadının solgun yüzündeki tedirginlik, adamın esmerliğine bulaşıyor. İkisinin de yüreğinde karanlık, kaygılı gölgeler… Kaygılarını sustukları cümlelerin ardına gizlemeye çalışıyorlar. Olmuyor. Birbirlerine söyleyemedikleri cümleler sobada yanan talaş gibi. Yanıp, tortusuz tükeniyor. Kadına yüzyıl gibi gelen bir sessizlikten sonra, soruyor adam, “oğlan nerede?”  “arkadaşlarıyla çıktı” diyor kadın, dalında kalan son yaprağın üzerine titreyerek söylüyor bunu. “Çıkalım” cümlesini duyan kadının kaygılı gözlerinde gri bulutlar, dudak ucunda farkına varmadığı bir seyrime…

Yol boyunca ikisinin de ağzından tek bir kelime çıkmıyor. Kadın dönüp dönüp kocasının ifadesiz suratına dikiyor gözlerini. Kırmızıda durduklarında direksiyonda tıpırdayan parmaklarını izliyor. Adamın gözü yolda. Bir kez bile bakmıyor karısına. Kocasının nefes alış verişlerindeki bıkkınlığı seziyor kadın. “Hakkı var” diyor içinden, “Ne dese, ne yapsa hakkı var, geçmişimin peşinde koşmaktan heder oldu adamcağız”. Buluşacakları, şimdilerde adam yaşına gelmiş olanı düşünüyor. Geçmişin sisli zamanlarından birkaç parça anı var belleğinde. Gayrısı yok. “Hâlbuki unuttuydum, gömdüydüm onu” diye düşünüyor. Sonra, çirkin buluyor aklındakini, düşündüğü şeyi zihninden çarçabuk eliyor. Hem, ne diyecek şimdi ona, nasıl seslenecek? Hangi sıfatı yakıştıracak? Ya olay oğlanın kulağına giderse, o zaman ne bok yiyecek?  Bütün bu sorular, kocasının kayıtsız yüz ifadesi, korkularıyla yüzleşmenin keskinliği, daralan göğsüne daha fazla yük bindiriyor.

Buluşacakları yere geldiklerinde kocası telefonun karşı ucundakine “biz geldik” diyor, “sen neredesin?” karşı taraftan yanıt geliyor “köşe masadayım ağbi, sarı gömlek var üzerimde”. Kadın kocasının ses tonundan çıkarımlar yapmaya uğraşıyor. Ama boşuna. Renk vermiyor adam. Kocasının peşinden gidip gitmemekte tereddüt ediyor. Ayaklarında geriye dönme dürtüsü. Ama sonra merak, kaygı ve utançla da olsa gidiyor kocasının peşinden. Masaya oturduklarında korktuğu olmuyor, mahcupça olsa da bakabiliyor yüzüne genç adamın. Kalbini yokluyor, yerli yerinde. Gözlerinde bulut da yok. Garipsiyor bu durumu.

Uzun süren sessizliği garson bozuyor. Üç çay söylüyor kocası, emrivaki yapmasına bozuluyor kadın. Yine de susuyor. Genç adamın başı sürekli önünde, kirpiklerini kırpıştırıp duruyor. Kucağına sarkıttığı ellerinde parmakları sabırsız. Alnında sıkıntılı anların incecik teri… Gelen çaya uzanırken kocasının belindeki şişkinlik çıkıyor ortaya. Genç adam korkusuz öylece bakıyor. Kadının şehla gözleri büyüyor. Çayların bitmesine yakın, sessizliği kocası bozuyor. Kelimelerin üzerine bastıra bastıra, “Sen şimdi bizden ne istiyon gardaş!?” diye soruyor. Kadının elindeki bardak, altlığıyla birlikte titriyor. “Ben” diyor genç adam, “beni doğuran kadını görmek ve sesini duymak istedim sadece.” Öyle usul ve mahzunca söylüyor ki cümlesini, kadının kirpiklerinde, birdenbire, nereden geldiği belli olmayan sis bulutları peyda oluyor, o bulutların gölgesinde şehla gözlerinden milyon tane sözcük dökülüyor. Gözlerinden dökülen sözcükleri diline yansıtmak, dudaklarının arasından kederli nefesiyle salıvermek istiyor, olmuyor.

Beriki kalkıp gittikten sonra, belindeki şişkinlikten rahatsız olduğunun farkına varıyor adam. İfadesiz yüzünde bir gevşeme, dudaklarında duyulmayacak tonda sözcükler. Kadın, dünyanın bütün kederlerini yüklenmişçesine yorgun. Kalbini yeniden yokluyor, ortasında, usulca söylenmiş kesik bir cümlenin varlığı. Kaskatı kesilmiş ellerinin içinde çay bardağı, öylece boşluğa bakıyor.

“Kalkalım” diyor kocası, kötü bir rüyanın ortasında uyanmışçasına kalkıyor. Dudakları kırk zincirle kenetli. Bakışlarını boşluktan çekip kocasına çeviriyor.  Gördüğü şey dudaklarındaki zincirleri tuzla buz edip, iki harflik bir ünlemin salıverilmesini sağlıyor.